25 Kasım 2015 Çarşamba

Dinozorlar neden yok oldular?

Filmden önce bir pizza yemek uğruna Jurassic Park'ı en ön sıranın köşesinden seyrettiğimden olacak bu dinozor denen hayvanlar gözüme hep çok büyük görünmüşlerdir. Dolayısıyla da bu büyüklükteki hayvanları neyin öldürdüğü sorulduğunda ilk tepkim "çok büyük bir şey olmalı" olmuştur hep. Peki, ben bu konuya neden merak sardım? Paleontoloji ile alakam meraklı bir doğa bilimci olmaktan ileriye gitmezdi son zamanlara kadar. Ancak asıl merak sardığım konu kötümser karakterimden geliyor, "bilindik sebepler dışında bizi öldürecek o kadar çok şey var ki, bunların hepsini bilmeli" diyerek düştüm yola. Tabii doğal olarak deprem geliyor aklımıza, sonra iklim değişikliği, ama burada kalmalı mı? "Bu dinozorları öldüren şey her neyse bizi zaten öldürür" diyerek önce derslerde kullanmaya başladım bu temayı. "Hocam ya üç ders önce metan püskürmelerinin bunları öldürdüğünü söylüyordunuz şimdi meteor diyorsunuz, ne iş?" sorusuyla karşılaşınca gördüm ki eğer ben topladığım bilgileri düzgünce bir sıraya koymayacak olursam benim kadar öğrencilerin de kafası karışıyor. Bu dinozor hikâyesi çok zevkli bir konu olduğundan gazeteler ikide bir bu konuya başvuruyor, her başvuruda da anlattıklarını sanki tek doğruymuş gibi lanse ettikleri için insanların bu konudaki son bilgisi en son hangi gazetenin arka sayfasını okuduğuna bağlı olarak değişebiliyor. Bu sebepten bir bilimci olarak bu konudaki bilimsel bulguları anlatmak istedim. Canı sıkılanın gerisini okumayacağı düşüncesi ile söze yazının son cümlesi ile başlayayım:

Dinozorları neyin öldürdüğünü hala tam olarak bilmiyoruz.

Son üç-beş bin yılın tarihini yazmak bile epey zor bir olayken paleontoloji veya başında paleo olan her bilim dalları çok daha zor alanlar. Bu konularda çalışan herkese saygım sonsuz. Doğa bilimciler bilimsel sınırlar içerisinde kalarak hayvanın buldukları tek kaval kemiğinden o hayvanın tüm yaşantısını üretmeye çalışıyorlar. Bu sebepten "dinozorları öldüren neydi?" sorusuna tam ve doğru bir yanıt vermenin tek yolunun bir zaman makinesi yapıp, o zamana geri gidip, olayın nasıl olduğunu görmekten geçtiğini düşünüyorum ama bu da mümkün olmadığı için elimizdeki verilerden hareketle geçmişi kurgulamak zorundayız. Bu kurgulama da paleontolojinin temelini oluşturuyor.



Canlıların geçmişine baktığımızda ana hatları ile tarihi dört bölüme ayırıyoruz: Cambrian öncesi, Paleozoik, Mezozoik ve Senozoik. Bunlardan Cambrian öncesi en eski, Senozoik ise içinde yaşadığımız dönem. Bu dönemler içerisinde denizlerdeki hayat karaya çıkarak günümüzdeki çeşitliliği yaratmış. Ancak bu gelişim içerisinde büyük felaketler canlı türlerinin pek çoğunun ölümüne yol açmış. Son altı yüz milyon yılda böylesi yirmiye yakın irili ufaklı felaket var. Son elli yılın bilimsel gelişmeleri ile bu felaketlerin varlığı artık tartışılan bir olay olmaktan çıktı, oysa 1950'lere kadar bu felaketlerin varlığı bile tartışılıyordu. Bu felaketlerin geçmişte olmadığını düşünmek bugün de olmayacaklarını düşündürdüğünden içimiz rahatlıyor sanırım. Ancak paleobilimlere fizik, kimya ve mühendislik alanındaki gelişmeler de yardımcı olunca geçmişin önündeki sis perdesi tamamen kalkmasa da bize bazı ipuçları vermeye başladı.

Bu irili ufaklı yirmi felaketin beş tanesi "Büyük Beş" diye biliniyor. Bunun temel sebebi de bu felaketler sırasında neredeyse dünyadaki canlı türlerinin %50'sinin yok olmuş olması. Bunların arasında da 251 milyon yıl önce gerçekleşen felaket "Büyük Ölüm" diye biliniyor ki burada dünyadaki canlı türlerinin neredeyse %90'a yakın bir kısmı yeryüzünden silinmiş. Ama bu silinenler dinozorlar olmadığı için o derecede gazetelerin ilgisini çekmiyor bu konu. Ancak 65 milyon yıl önce Mezozoik-Senozoik geçişinde oluşan (ki daha da ayrıntısıyla buna Kretaceous-Tertiary K/T sınırı diyoruz) felaket dinozorlar da dâhil olmak üzere dünyadaki tüm canlı türlerinin %50'sini öldürmüş. Hem dinozorları öldürmesi açısından hem de büyük felaketler arasında bize zaman olarak en yakını olması nedeniyle bu felaket hakkındaki bilgilerimiz daha doğru ve taze.

En önemli bilgimiz ne? Doğadaki kayalara baktığımız zaman yıllar boyu çeşitli sebeplerle toz ve kum taneciklerinin üst üste yığılmaları sonucunda oluşan katmanları görüyoruz. Dünyanın pek çok yerinde bu katmanlar bulunabiliyor ve daha da önemlisi, hiçbir yerde bu katmanların sırası değişmiyor, yani bazı yerlerde bu katmanlar kalınlaşıp incelebiliyor, bazı yerlerde toptan ortadan yok oluyor ama hiçbir zaman bir yerde altta olan bir katman bir başka yerde daha üste çıkmıyor. Bu sebeple biz bir katmanda fosiller bulduğumuzda bu fosillerin yaşamış oldukları zamana dair bilgi ediniyoruz. Felaketler konusundaki temel bilgimiz de buradan geliyor. Bir katmanda kırk değişik fosil türü bulunuyor, bir sonraki katmanda bu sayı dörde düşüyorsa (tüm dünya ortalaması olarak) iki katman arasındaki felakette canlıların %90'a yakın kısmı ölmüş diyebiliyoruz. Tabii burada hemen akla gelen soru her canlının fosil bırakıp bırakmadığı ve bu bilginin ne derece doğru olduğudur. Paleo-bilimcilerin temel uğraşı, eldeki verilerden bu çıkarımı yapmak ve bu konuda da gayet başarılılar. Olayı biraz basitleştirip abartırsam şöyle bir örnek verebilirim: Denizdeki küçük balıkların çoğu bir felakette öldü ise iki basit sonuç çıkartabiliriz: Ya biri tek tek bu balıkları öldürdü ya da bu balıkların yiyeceği olan planktonlara da bir şey olduğu için bu balıkların da nesli tükendi.




Bu kaya katmanlarından aldığımız temel bilgi, bundan 65 milyon yıl önce bir şey olduğu ve bu şeyin veya şeylerin canlıların %50sini öldürdüğüdür. Ama buradaki temel sorun, 65 milyon yıl önceki bir olayla ilgili bilgilerimiz nereden baksanız en az birkaç bin yıl hata payı taşır. Yani, “birkaç bin yıl içinde olan olaylar silsilesi mi yoksa bir anda olan bir olay mı?” sorusunun cevabı gene de sadece zaman makinesinden geçiyor.



Kayalar bize felaket öncesini ve sonrasını net olarak gösteriyor. Ama tam felaket zamanına baktığımızda kalın ve açık renkli bir tabaka görüyoruz dünyanın neresinde olursak olalım. Bu tabakanın kimyasal özelliklerini ancak son yirmi-otuz senede doğru olarak inceleme fırsatı bulabildik. Bu katman bize ilginç bir şey bildiriyor: İridyum normalde dünya yüzeyinde bulunan bir metal değildir. Bu metalin ana kaynağı uzaydan gelen meteorlardır. 1980'de Nobel ödüllü araştırmacı Luiz Alvarez'in yayınladığı çalışma, normalde milyarda 0.3 olan iridyum miktarının 65 milyon yıl önceye ait olan o açık renkli tabakada milyarda 9'a çıktığını gösteriyor, yani normalin 30 katına. Bunun iki sebebi olabilir ve bilim insanları hala bu iki sebebi tartışıyorlar: Ya bu açık renkli tabaka normalden 30 kat daha yavaş oluştu ya da atmosferdeki iridyum miktarını kısa sürede 30 katına çıkartan bir olay oldu.



Daha sonraki çalışmalar daha da ilginç sonuçlara yol açtı. Mesela, her ne kadar bu açık renkli tabaka dünyada her yerde bulunsa da içindeki iridyum miktarı her yerde aynı değildi. İridyum miktarındaki artışı bir okla çizecek olursak dünyada çizilen bu okların tamamı bir bölgeyi bize işaret ediyordu; şimdi Meksika ve Karayip denizinin olduğu bölgeyi. Ancak şu anda bu bölgeye bakacak olursak bir meteorun çarpması sonucu oluşacak bir krater göremiyoruz. Bilimciler ise bizden farklı gözlüklerle bakıyorlar resme.

Mesela Meksika'nın Yukatan yarımadasındaki su çukurlarının dağılımına bakarsak bu dağılımın yuvarlak bir bölgenin çevresinde oluştuğunu görüyoruz. Benzer ipuçlarını takiple Yukatan yarımadasının ucundaki Chicxulup (Çikçulup) kentine varıyoruz. 1980'in Alvarez hipotezi bu kenti merkez alan yaklaşık 180 km çapındaki bir kraterin bulunduğunun 1990 yılında açıklanması ile kesinleşiyor.

Ancak burada unutmamamız gereken bulgu şu: 65 milyon yıl önce bugünkü Meksika'daki Chicxulup kentinin olduğu yere çapı yaklaşık olarak 10 km olan bir göktaşı çarptı ve bu çarpmanın etkisi ile çıkan tozlar bütün dünyayı kapladı. Bu; fizikçilerin, jeologların ve astrofizikçilerin üzerinde anlaştıkları bir nokta, hatta paleobilimciler de buna itiraz etmiyorlar. Fakat soru 65 milyon yıl önce dinozorları ve diğer canlıları öldüren bu olay mıydı? Çünkü bu sonuca yol açabilecek başka adaylar da var.

Mesela, Princeton'dan bir grup bilim insanı aslında bu çarpmadan 300,000 yıl sonra bile dinozorların yaşamakta olduğunu ve aslında bu çarpmadan 300,000 yıl sonra gelen ikinci bir çarpmanın kötü sonuçlandığını söylüyor. Bu yeni bir teori ve özellikle de ikinci çarpma konusunda elde somut deliller olmaması konuyu zorlaştırıyor. Gene de Ukrayna'daki Boltysh krateri (24 km), Kuzey Denizi'ndeki Silverpit krateri (20km) ve en önemlisi Hindistan'ın batı kıyıları açığında yeni bulunan ve varlığı daha pek çok jeolog tarafından kabul edilmeyen Shiva krateri (450 km) 65 milyon yıl civarında yaşlara sahip olduğu düşünülen kraterler. Ancak açık renkli tabakadaki iridyum miktarı Chicxulup büyüklüğünde bir krateri işaret ediyor, daha büyüklerini veya daha küçüklerini değil.



Yok oluş alanındaki ikinci büyük teori ise büyük yanardağların sebep olduğu iklim değişikliğinin canlıları öldürmüş olması. Hindistan'ın ortasında yer alan Deccan Platosu'nun tabanı yaklaşık 2 km kalınlığında volkanik bazalt kayalardan oluşmaktadır. Bu bazalt kayalar yaklaşık 500.000 kilometrekarelik bir alan kaplamaktadır. Bu alanı oluşturan yanardağ patlamalarının yaklaşık 30.000 yıl sürdüğü ve bu yanardağlardan çıkan kükürt dioksit ve karbondioksit gibi gazlar nedeniyle oluşan sera etkisinin Chicxulup çarpmasından 500.000 sene önce dünyanın ortalama sıcaklığını yaklaşık 8 derece artırarak kitlesel ölümlere yol açmış olabileceği de söyleniyor.

Ayrıca yine 65 milyon yıl önce deniz seviyesinin çok düştüğü de bilinen bir gerçek. Deniz seviyesindeki bu düşüşü şu an için açıklayabilmek mümkün değil, ancak bu düşüşün özellikle deniz canlıları üzerinde büyük bir etki yaptığı kesin.

Başka neler var? Mesela yakınlarımızda patlayan bir süpernovadan yayılan gamma ışınlarının ozon tabakasını yok ettiği ve bu sebepten canlıların da soylarının tükendiği hipotezi var ama çevremizde bunu destekleyen bir kanıt yok.

Sonuç olarak dinozorları neyin öldürdüğünü biz hala bilmiyoruz. Fakat bizleri Chicxulup'a yönlendiren Nobel ödüllü fizikçi Alvarez de dâhil olmak üzere pek çok bilim insanı dinozorları artan bir ciddiyetle bir tek şeyin değil birkaç şeyin birlikte veya üst üste hareket etmesinin öldürdüğünü düşünüyorlar. Yani, dinozorların son dönemlerinde iklim zaten onların yaşamını zorlaştıracak kadar değişmiş ve sıcaklıklar artmıştı. Meteor çarpmaları ve/veya yanardağ patlamaları da atmosfere kattıkları sera gazları nedeni ile daha da büyük bir ekolojik stres yarattıklarından sonunda hayat pek çok tür için dayanılmaz hale gelmişti. Sonuçta her ne kadar elimizde pek çok ciddi kanıt olsa da dinozorları neyin öldürdüğünü hala tam olarak bilmiyoruz.

8 Kasım 2015 Pazar

Kara delik nedir?

Newton bundan yüzyıllarca önce evrende kütlesi olan tüm cisimlerin birbirlerini çektiklerini keşfetti. Bu çekim kuvveti cisimler ne kadar büyük kütleli, yani bizim anladığımız anlamda ağır olurlarsa, o kadar büyük olur. Aynı zamanda cisimler birbirlerine yaklaştıkça aralarında bu çekim kuvveti artar, hem de uzaklığın karesiyle artar, yani bir cisim bize iki kat yaklaşırsa çekim kuvveti dört kat artar. Ama bir ufak detaya dikkat etmek gerekir, burada uzaklık dediğimiz cisimlerin yüzeyleri arasındaki değil merkezleri arasındaki uzaklıktır. 

Yer çekimi dediğimiz de aslında budur. Biz dünyanın merkezinden yaklaşık 6400 km uzakta dünyanın yüzeyinde durmaktayız. Zıplamakla dünyanın yer çekiminden kurtulmamız mümkün değil, ama yerin yüzeyinden 6400 km yukarı çıkacak olsak, üzerimize etki eden yer çekimi kuvveti de dörtte birine düşer. 

Elimizdeki bir silgiyi hava fırlattığımızda biliriz ki bu silgi yer çekiminin varlığından dolayı yere geri düşer. Biraz daha hızlı fırlatsak, düşmesi biraz daha uzun sürer ama eninde sonunda gene de yere geri düşer. Bu nedenle de yukarı atılan şeylerin hep yere düştüğünü düşünmeye alışmışızdır. Ama cisimler hep yere geri düşüyorlarsa uzay araçlarını nasıl uzaya fırlatabiliyoruz? Uzay araçları dünyanın yer çekiminden kurtulabiliyorlar çünkü o uzay araçları çok çok hızlı gidebiliyorlar. Eğer bir cismi 11.2 km/s'den (saniyede kilometre) daha yüksek hızla yukarıya doğru fırlatacak olursak o cisim dünyanın yer çekiminden kurtulur ve bir daha geri düşmez. 

Her cismin çekiminden kurtulmak için gerekli olan bir hız vardır, bu hıza da kaçış hızı denir. Dünyamız için bu hız 11.2 km/s'dir. Eğer güneşin yüzeyinden kaçmak isterseniz saniyede 620 kilometre hıza sahip olmanız gerekir. Herhangi bir cisim için bu kaçış hızı kütlesinin kareköküyle doğru, çapının kareköküyle ters orantılıdır. Cisim dört kat daha “ağırsa” kaçış hızı iki kat daha büyüktür veya çapı dört kat daha küçükse kaçış hızı gene iki kat daha büyüktür. Yani kısaca cismin kütlesi arttıkça kaçma zorlaşır veya kütlesini sabit tutup cismi sıkıştırarak küçültürsek kaçmak gene zorlaşır. 

Güneşin gazdan yapıldığını unutmayalım, dolayısıyla güneşi elimize alıp sıkıştıramayız ama kendi kütle çekimi zaman içerisinde güneşi sıkıştırabilir, bu durumda da güneşten kaçmak zorlaşır. Mesela güneşimiz zaman içerisinde enerji üretmeyi bıraktığında kendi çekimiyle sıkışıp dünya büyüklüğüne düşecektir. O zaman güneşin yüzeyinden kaçmak için 6400 km/s hıza ihtiyaç olacaktır. 

Güneşi 30km çapı olacak şekilde sıkıştırmak mümkün olsaydı, o zaman kaçmak için 94.300 km/s hıza gerek duyacaktık. Biraz daha gayret edip güneşi 3km yarıçapında bir küre olacak kadar sıkıştırabilseydik o zaman kaçmak için bize 300.000 km/s hız gerekecekti. Yalnız burada küçük bir problemimiz var, çünkü evrende en hızlı giden şey ışıktır ve ışığın da hızı 300.000 km/s'dir. Yani güneşi 3km yarıçapında bir küre olacak şekilde sıkıştıracak olursak değil biz ışık bile bu kürenin yüzeyinden kaçamaz. Bu durumda da güneş bir kara deliğe dönüşmüş olur. 

Şimdi gelelim sorunlara: 


  • Güneşi kara delik yapmak için yarıçapını 3km olacak şekilde sıkıştırmamız gerekir, ama güneşi bu kadar sıkıştırmak mümkün değildir, yani güneşten kara delik olmaz. 
  • Ama güneşten epey büyük cisimlerin enerji üretimleri bittiğinde kendiliklerinden sönerek sıkışmaları mümkündür. Hesabını yaptığımız zaman kütleleri güneşten en az 3 kat daha kütleli olan yıldızların ömürlerinin sonunda kara delik olacaklarını görürüz. Evrende güneşten en az 3 kat daha kütleli olan yıldızların sayısı az değildir 
  • Peki diyelim güneş o daha büyük yıldızlardan biri ve bir gün enerjisini bitirdi ve kara delik oldu. Bizi içine çeker mi? Hayır çekmez. Nedenini de yukarıda açıkladık. Güneşin bize uyguladığı çekim kuvveti kütlesi ve bizden olan uzaklığı ile orantılıdır. Kara delik olduğu vakit kütlesi büyümediğine göre bize etki eden çekim kuvveti de değişmez, bu nedenle de kara delikler normal yıldızlardan çok daha değişik çekim kuvvetine sahip değildirler, çevrelerindeki nesneleri de kendilerine çekip yutmazlar. 
  • Kara delikler, adlarından da anlaşılabileceği gibi ışık vermeyen karanlık cisimlerdir. Olur da bir gün uzayda gezintiye çıkarsanız kara deliklere dikkat edin, çünkü uzaktan hiçbir gariplik hissetmezsiniz, ama çok yakınına gelirseniz uzay aracınızın motorları kaçmanıza izin verecek kadar hızlı gitmenize yeterli olmayabilir. Yoksa kara delikler öyle bilinmedik garip nesneler değildirler, sizi de uzaktan içlerine çekip yutmazlar.

30 Eylül 2015 Çarşamba

Mars'ta “yine” su bulundu!

Öncelikle Mars hakkında neler bildiğimizi gözden geçirelim:


  • Mars Güneş'ten bizim uzaklığımızın 1.5 katı uzaklıktadır.
  • Mars'ın ortalama yüzey sıcaklığı -60 °C civarındadır.
  • Mars'ta bizde olduğu gibi mevsimler vardır.
  • Mars'ta yazın sıcaklık 30 °C civarına kadar yükselebilir.
  • Sıcaklık farkının bu denli yüksek olmasının  sebebi Mars'ın atmosferinin bizim atmosferimizden 150 kat daha ince olmasıdır.
  • Mars'ın kutupları da aynı Dünya'nın kutupları gibi buzla kaplıdır.
  • Mars'ın kuzey kutbu su buzu, güney kutbu da su buzu ile karbondioksit buzu karışımıdır.


Bu bilgilerin tamamını buradan teleskoplarla Mars'a bakarak elde ediyoruz ve bu bilgilerin hiçbiri yeni elde edilmiş bilgiler değildir. Ne yazık ki liselerimizde (sadece bizim ülkemizde değil neredeyse tüm dünyada) ciddi bir astronomi dersi okutulmadığından gayet kolayca elde edilebilecek bu bilgiler bugün çoğumuza şaşırtıcı gelebiliyor.

Biraz da fizik bilgilerimizi kullanırsak: 


  • Suyu tuzla karıştırırsak suyun donma noktasını düşürebiliriz. Özellikle sülfat tuzları bu konuda çok etkili olabilirler. Bu nedenle kışın karda caddeleri tuzluyoruz.
  • Havanın basıncı dünyadakinin 1/150'si olursa, suyun dünyadaki gibi üç değil iki hali olur, yani su sadece katı veya gaz halde bulunabilir, ama sıvı halde bulunamaz.


Modern bilim bize Mars hakkında bir dolu şey öğretti, bunların çoğunu da Mars'a gönderdiğimiz uzay araçlarına borçluyuz. Mars'a gönderdiğimiz ilk uzay aracı Mariner 9 Mars'a 1971 yılında ulaşarak bize yüzeyin yakından ilk resimlerini gönderdi. Viking 1 ve 2 1976 yılında yüzeye inip analizler yaparak bize laboratuvar kalitesinde bilgi verdiler.

Bu gözlemlerden şunları öğrendik:


  • Mars'ın yüzeyinde aynı Dünya'daki vadilere benzer vadiler var ve bu vadiler Dünya'daki akarsu vadilerine benzer bir yapı gösteriyor.
  • Mars'ın çoğu yerinde Dünya'da yoğun yağışlardan sonra oluşan sel ve heyelanlara benzer olaylar var.


Dolayısıyla 1976 yılında Mars konusunda şu noktaları biliyor durumdaydık:


  • Bugün olmasa bile geçmişte bir gün Mars'ın yüzeyinde bol miktarda sıvı su vardı. Bu sıvı su nehirler halinde akıp nehir vadilerini oluşturmuştu.
  • Bu sıvı suyu bugün gözlemleyemiyoruz, ancak oluşan heyelanlar bize sıvı suyun varlığını işaret ediyor.
  • Mars'ta su olduğu kesin ve suyun buz halini gözlemliyoruz.


İşte o günden bugüne kadar değişik aralıklarla Mars'ta hep su bulunuyor ya da en azından basında hep NASA'nın Mars'ta su bulunduğunu açıkladığını okuyoruz. Peki, ilk defa 1971 yılında Mars'a uzay aracı göndermeden önce bile Mars'ta su olduğunu biliyorsak birileri bizi devamlı kandırıyor mu?

Hem evet, hem de hayır. Öncelikle şunu unutmayalım, toplumların hafızaları kendilerini doğrudan etkileyen olgular dışındaki şeyleri kısa vadede unutmayı becerir. Bu unutma süresi genelde 3-6 ay arasındadır. Dolayısıyla basında fazla önem vermediğimiz benzer bir haberi 6 ay sonra tekrar duyduğumuzda yeni bir haber gibi algılamamız doğaldır. NASA ve diğer çoğu haber kaynağı da toplumsal hafızanın bu yönünü gayet güzel kullanır. 

NASA bütçesinin önemli bir kısmı çeşitli uzay araştırmalarını desteklemektedir. Bu araştırmalardan dünya üzerinde de pek çok faydalı buluş ortaya çıkmıştır. Mesela çoğumuzun mutfaklarda kullandığı teflon aslında uzay araştırmaları sırasında uzay gemilerinin yüzeyini kaplamak için keşfedilmiş bir maddedir. NASA tüm bunları listeleyecek olsa çoğumuzun dudağı uçuklar, ama tek tek bakıldığında bunlar NASA'nın dev bütçesini kabullenmeye yardımcı olamazlar. Buna karşılık Mars'ta su bulunması, yani kafamızın arkasında bir yerlerde “yani burada tutunamazsak gidip Mars'ta koloni kurup oraya yerleşiriz” düşüncesinin oluşması, NASA'nın bütçesine daha ılımlı yaklaşmamıza neden olur. Bu nedenle NASA her sene en az bir defa Mars'ta su bulur.

Diğer yandan NASA aslında yalan da söylemiyor, her su bulunduğu açıklaması bir öncekinden biraz daha fazla araştırmaya dayanan sonuçlar içeriyor. Yani benim size anlatmaya çalıştığım; "un var, yağ var, şeker var, o zaman ortada helva gördüğümüzde şaşırmamamız doğaldır" düşüncesi doğru olsa da geçen zamanda bilim insanları helvanın nasıl yapıldığını adım adım ortaya çıkartıyorlar.

Ancak burada suçlu olan basın organlaridir. Ciddi anlamda bilim gazeteciliği diye bir kavrama sahip olmadığımızdan bilimsel olaylara da magazin mantığı ile yaklaşıyoruz. Yani 1971'den bu yana tüm haberler “Mars'ta Su Bulundu” şeklinde çıkıyor. Detayına indiğimizde de bilimin dedektif hikayesine benzer araştırmasını görüyoruz. Bilim gazeteciliği bu haberleri layıkıyla yapacak olsa belki hepimizin bilgisi daha da artardı.

Sonunda gelelim Mars'ta ne bulunduğuna. 2008 yılında Mars'ın kuzey kutbuna yakın bir yere inen Phoenix uzay aracı çevresinde bulduğu beyaz bir kütleyi içindeki minik fırında ısıtmış ve 0 oC'de buharlaştığını ve dolayısıyla bunun su buzu olduğunu göstermişti. LA Times bu haberi gene “Mars'ta Su Var” başlığıyla verdi (http://articles.latimes.com/2008/aug/01/science/sci-phoenix1).

Bu hafta NASA'nın yaptığı açıklama ise yaklaşık 10 yıldır Mars'ın yörüngesinde dolaşan Mars Reconnaissance Orbiter uzay aracının yaptığı ölçümlerden heyelan bölgelerinde akan toprağın içerisinde su ile birlikte suyu sıvı halde tutabilecek görüldüğü şeklindeydi. Yani suyun buz halini biliyoruz, akmış olduğunu da biliyoruz, nasıl akmış olabileceğini de açıklıyoruz, ama ilk defa nasıl akmış olabileceğinin ölçümsel kanıtına da ulaşmış olduk. Bir sonraki adımda emin olun bir uzay aracı bir şişeyi bu akan sıvıya daldırıp dolduracak ve biz gene “Mars'ta Su Bulundu” başlığını okuyacağız.

Peki, bu elde edilen bilgi Mars'ta yaşam olması ihtimali konusunda neler söylüyor bize? 1971 yılından beri Mars'ta su olduğunu ve bu suyun yakın bir zamanda sıvı olarak aktığını biliyorduk. Ancak tam böyle olduğundan emin değildik, “ya başka bir ihtimal varsa” diye düşünüyorduk. Bugün ilk görüşteki fikrimizin doğru olduğuna dair düşüncemiz çok daha güçlendi. Bu Mars'ta hayat olup olmaması konusundaki ihtimalleri değiştirir mi? Bence hayır! 1971 yılında ne biliyorsak bugün de çok daha fazlasını biliyor değiliz. Bildiğimiz anlamda hayatın var olması için sadece sıvı sudan başka pek çok etken daha rol oynamalı ve Mars bu açıdan pek de yeterli bir yer değildi, hala da değil.

Orijinal formatı: https://yesilgazete.org/blog/2015/09/30/marsta-yine-su-bulundu/

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Dilek tutmak için 12 Ağustos akşamını bekleyin!

Her kayan yıldızı gördüğünüzde dilek tutacaksanız bu akşam (12.08) bol bol dileğiniz hazırda bulunsun. Özellikle de şehirlerden uzakta bir yerdeyseniz, çünkü 12 Ağustos'ta göktaşı yağmuru var.

Göktaşı yağmuru nedir, öncelikle onu anlatayım. Tabi bunun için önce göktaşı nedirden başlamak gerekir. Göktaşları uzayda başıboş dolaşan ve bizim atmosferimize girdiğinde yanarak ışık saçan fazla büyük olmayan taş parçalarıdır. Bunların çoğu futbol topu büyüklüğünde nesnelerdir ve atmosferde yandıkları için dünyaya ulaşmazlar. Bizler bu taş parçalarını atmosferde yanarak önümüzden geçerken gördüğümüzde bunlara yıldız kayması der ve dilek tutarız. Yani yıldız kayması dediğimiz olayın yıldızlarla uzaktan yakından ilişkisi yoktur, bunlar sadece bizim atmosferimize girdiklerinde yanan taş parçalarıdır.

Peki bunların yağmuru nasıl olur?? Genelde kayan yıldızlar çok seyrek olur. Ancak senede bazı gecelerde dünyanın yörüngesinin geçtiği noktaya bağlı olarak bunların sayısı neredeyse saatde yüzü bulabilir. İşte bu akşam da aslında birkaç hafta süren bu yağmurun en şiddetli olacağı akşam. Ayrıca bu gece gökyüzünde ay da olmayacağı için görebileceğimiz kayan yıldızların sayısı da artacaktır.

Bir de tabi kuyruklu yıldızlar var. Tahmin edeceğiniz gibi kuyruklu yıldızın da yıldızla alakası yok. Aslında bunlar da güneş etrafında uzun sürelerde dönen kirli kartopları. Sadece güneşe yaklaştıkları zaman bu kartopları eriyor ve uzayıp giden bir kuyruk oluşturuyorlar. Bu kuyruğun eni 10 milyon, boyu da 100 milyon kilometre olduğu için çok uzaklardan rahatça görünebiliyorlar. Kuyruğun yapısı ise su buharı ve irili ufaklı toz ve taş parçalarından oluşuyor. Kuyruklu yıldız geçip giderken toz ve su buharından oluşan kuyruğunu toplayıp gidiyor, ancak irili ufaklı taş parçacıkları güneş sisteminde kalıyorlar. İşte dünyanın yörüngesi de arada sırada bu taş parçacıklarının arasından geçtiğinde bu taş parçacıkları dünyaya düşerek göktaşı yağmurlarını oluşturuyorlar.

Dünyanın yörüngesi her 12 Ağustos'ta dünyayı bu taş parçacıklarının arasından geçirdiği için her sene aynı gösteriyi izleriz. Bu gösterinin adı Perseid yağmurudur ve sebebi de dünyanın o sırada Swift-Tuttle kuyruklu yıldızının bırakmış olduğu taş parçacıklarının arasından geçiyor olmasıdır. Bunlara Perseidler denmesinin sebebi ise bu kayan yıldızların Perseus takımyıldızının bulunduğu bölgeden geliyor gibi görünmeleridir.

Perseus bu akşam 10 gibi kuzey-kuzeydoğu ufkundan yükselir, bakacağımız yön de o doğrultudadır, sanki oradan birileri bize doğru bu yıldızları fırlatıyor gibi görünür.

Yıldızları beklerken biraz da eğlenmek isterseniz:

Perseus'un hemen üzerinde Andromeda takımyıldızı vardır. Andromeda'nın hafif doğusunda ve yukarıya doğru uçan at Pegasus, Andromeda'nın batısında ve gene yukarıya doğru da Andromeda'nın annesi Kassiopeia oturur sandalyesinde. Kassiopeia'nın biraz üzerinde de kocası Sefe vardır. Bunların hikayesini bilir misiniz?? Önce Perseus ile başlayalım: Perseus Danae'nin oğludur. Dedesi Argos kralı Aksirius'dur. Krallığını bırakacak oğlu olmadığı için Delfi'nin kahinine fikir sormaya gider. Kahin ona yapılacak bşrşey olmadığını, ancak ileride bir gün kızının oğlu tarafından öldürüleceğini söyler. Bunu duyan Aksirius da kızını yeraltında bronz bir odaya kapatır. Ama gene de uçan ve kaçanın kurtulamadığı tanrı Zeus altın bir yağmur halinde gelerek Danae'yi hamile bırakır ve Perseus doğar. Hain dede Danae ve Perseus'u tahta bir kayıkla denize bırakır. Bu ikili Serifos adası kıyısında balıkçı Diktis tarafından kurtarılır ve Perseus Diktis tarafından büyütülür ve Aşil, Hektor ve Herkül türü kahramanlardan biri olur.

Şimdi gelelim Sefe ve karısı Kasiopeia'ya: Sefe bir Finike kolonisi olan Etiyopya'nın kralıdır. (Bu Etiyopya bizim bildiğimiz Habeşistan olan Etiyopya değil şimdiki İsrail, Ürdün ve Mısır arasında bir yer) Karısı Kasiopeia'da tüm cihana güzelliği ile nam salmıştır. Yalnız bu konuda fazla havalara girip kendisini Afrodit ile kıyaslayınca deniz tanrısı Poseydon'un hışmına uğrar. Poseydon herşeyi yiyen canavar Seto'yu Sefe'nin ülkesine musallat eder. Ne yapsalar bu canavardan kurtulamayınca Sefe Ammon kahinine danışır. Kahin de ona kızı Andromeda'yı Seto'ya kurban etmesi gerektiğini söyler. Memleketi kurtarmak için Sefe kızını bir kayaya bağlayarak Seto'yu beklemeye başlar. Bu sırada seferlerinden birinden dönmekte olan Perseus (yeni mitolojiye göre atı Pegasus üzerinde) gelerek Seto'yu öldürür ve kızı kurtarır. Sefe de kızı Andromeda'yı Perseus ile evlendirir, bunların bir sürü çocukları olur. Bunlardan biri Perse'dir. Perse'yi Etiyopya'da bırakan Andromeda ve Perseus Argos'a dönerler. Perse de büyüdüğünde Pers krallığı kuran kişi olur.

Hepinize hayırlı seyirler...