5 Temmuz 2012 Perşembe

CERN’de aranan parçacık bulundu!

Yıllardır başta fizikçiler olmak üzere dünyadaki pek çok bilimcinin merakla beklediği açıklama sonunda yapıldı: Higgs bozonunu bulduk!
Bunu herkesin anlayacağı basitlikte anlatmaya çalışırsak: Bizim çevremizdeki fiziksel dünyanın (kütleçekimi hariç) nasıl çalıştığını anlatan bir model var elimizde. Parçacık fiziğinde  bu modele Standart Model diyoruz. Bu model içinde yaşadığımız dünyanın fiziksel işleyişini, örneğin güneşin nasıl enerji ürettiğini, bu enerjinin bize nasıl ulaştığını, dünyada nasıl çeşitli şekillere dönüştüğünü gayet güzel anlatabiliyor. Bu modelin çerçevesi içerisinde yakından tanıdığınız elektron ve proton gibi parçacıklar olduğu kadar tanımadığınız ve bugün bulunduğu düşünülen Higgs bozonu gibi parçacıklar da var. Bu parçacıkları ve aralarındaki ilişkileri anlatan güzel bir teorimiz var ve genelde bu teori ile mutluyuz. Deneysel olarak da bu modelin içindeki her parçacığı gözlemleyebilecek olsak mutluluğumuz tamamlanacak. Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (CERN) tarafından yapılan açıklama, en temel şekliyle, bu teoride en sonlara kalan ve daha önce deneysel olarak hiç gözlemlenememiş olan Higgs parçacığının gözlemlendiğini anlatıyor. Bu da yakınımızdaki evreni açıklamak için kurduğumuz teorinin doğruluğu yönünde önemli bir adım atıldığı anlamına geliyor.
Ama bunun yanında unutmamamız gereken çok önemli bir gerçek var: Evrenin nelerden oluştuğu ve nasıl çalıştığı hakkındaki bilgilerimiz hâlâ kısıtlı. Higgs parçacığının bulunması evrenin anladığımız kısmını doğru anladığımızın ciddi bir kanıtı olarak görüldüğünden son 50 yılın en önemli bilimsel buluşlarından biri olarak kabul ediliyor. Gene de evrenin %97’sinin neden oluştuğunu bilmediğimizi unutmamalıyız. Bildiğimiz ve varlığını anladığımız tüm elektronlar, protonlar, gezegenler, yıldızlar, toz bulutları, pulsarlar ve karadelikler evrenin sadece %3’lük bir kısmını oluşturuyor. Biz şimdilik sadece kendi yaşadığımız bölgede varolan bu parçacıkları tanımayı başarıyla tamamladık.

16 Haziran 2012 Cumartesi

Rio'dan yirmi yıl sonra


1980'lerde gelişmiş ülkeler belirli bir refah seviyesine ulaştıklarından artık çevre sorunlarına da ilgi gösteren güç odaklarını da politik yelpazelerinde barındırmaya başladılar. Ayrıca 1970'lerde ortaya çıkmaya başlayan insanlığın dünyanın iklimini değiştirmekte olduğu gerçeği Birleşmiş Milletler'i 1992 yılının Haziran ayında Rio de Janeiro'da bir konferans düzenlemeye yöneltti. Ana teması Kalkınma ve Çevre olan bu konferansa 108'i devlet ya da hükümet başkanı olmak üzere 172 ülkenin temsilcileri katıldı. Konular devletler arasında bu derece üst düzeyde ilk defa ele alındığından tüm taraflar arasında inanılmaz bir iyimserlik hakim oldu (günümüzle kıyaslandığında). Bu konferans sonunda iki önemli belge imzaya açıldı:

İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması (Framework Convention on Climate Change – UNFCCC): Bu anlaşmanın temel amacı insan kaynaklı sera gazlarının dünyanın iklimini değiştirmesine engel olmaktır. Konuyu ortaya bu şekilde koyduğumuz anda buna hayır diyecek kimseyi bulmak kolay değildir. Endüstri Devrimi'nden sonra sanayileşmenin ve nüfus artışının çevremizi her geçen gün biraz daha kirlettiğini biliyoruz. Devletlerin de bunu azaltma yolunda çaba göstermek üzere bir karar almaları gayet doğaldır. Bu anlaşmayı da Birleşmiş Milletler'e yeni üye olan Güney Sudan hariç 195 ülke kabul etmiş durumdadır. Ülkemiz de 2004 yılında bu anlaşmayı meclisten geçirerek anlaşmaya taraf olmuştur. Anlaşmanın temelinde iki ana madde yatar:

1.    İklim değişikliği öylesine büyük ve tehlikeli bir problemdir ki dünya ülkeleri bu problemin bilimsel anlamda kesinlikle kanıtlanmasını beklemeden harekete geçmek zorundadırlar. Çünkü gerekli adımların atılması için bilimsel kesinliğe ulaşılması beklenecek olursa artık harekete geçmek için çok geç kalınabilir.
2.    Atmosferdeki sera gazı miktarının insanlar için gerekli besin miktarının üretimini engellemeyecek ve sürdürülebilir kalkınmaya imkan verecek seviyede tutulması gereklidir.

Bu iki maddeyi de dünyadaki (neredeyse) tüm ülkeler kabul etmiştir. Kabul edilmeyecek gibi de değil bu maddeler. Kim bunlara “hayır” diyebilir ki. Ama iş bu maddelerin nasıl gerçekleştirileceğine gelince anlaşmazlıklar da başlıyor. Gelişmiş ülkeler gelişmişliklerini endüstrileşmelerine, endüstriyi de bu sera gazlarının salımına bağlı olarak sağladıklarından, sera gazlarının miktarındaki bir azaltma doğal olarak bu ülkelerin refah seviyelerinde de bir azalma olarak algılanıyor. Bu sebeple de sera gazı salımlarının çoğunluğundan sorumlu olan gelişmiş ülkeler bu konuda ciddi kısıntıya gitmek istemiyorlar. Öte yandan gelişmekte olan ülkeler de gelişmiş ülkeler seviyesine ulaşmak istediklerinden bir azaltma yapmayı doğru bulmuyorlar. Sonuç olarak da özellikle son üç yıldır hemen hemen herkes ana fikirler konusunda hemfikir olsa da atılacak adımlar konusunda ciddi bir tıkanıklık yaşanıyor.

Biyolojik Çeşitlilik Anlaşması (Convention on Biological Diversity – CBD): Bu anlaşmanın da üç temel amacı vardır:

1.    Biyolojik çeşitliliğin korunması
2.    Biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilmesi
3.    Genetik kaynakların tüm insanlığın mirası olarak eşit şekilde paylaşılması

İklim değişikliği ve biyolojik çeşitlilik deyince aklımıza nedense kutup ayıları geliyor hep. Unutun artık kutup ayılarını lütfen. Biyolojik çeşitlilik denince aklınıza “mis gibi kokan domatesler kalmadı artık” veya “eskiden Boğaz'dan uskumru çıkardı” gelsin. Nasıl olup da kağıt üzerinde ülkemiz de dahil olmak üzere 168 dünya ülkesinin biyolojik çeşitliliği koruyacaklarına söz verdiklerini ve korumak için neredeyse hiçbir şey yapmadıklarını unutmayalım.

İşte bu şartlar altında dünya ülkeleri gelecek hafta bir kez daha Rio'da toplanarak 20 sene önce ne de güzel kararlar almış olduklarını konuşacaklar. Sonuçları hepimiz çok merakla bekliyoruz değil mi?? Bir de unutmadan, bu seneki toplantının adında bile artık çevre, iklim ya da biyolojik çeşitlilik yok, Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı hepimize hayırlı olsun.

6 Mart 2012 Salı

Asteroid 2011 AG5 2040'da Dünya'ya Çarpacak mı?


Geçtiğimiz sene 8 Ocak'ta astronomlar 2040 yılında dünyaya çarpma olasılığı bulunan bir asteroid keşfettiler. 2011 AG5 adı verilen bu asteroidin büyüklüğü yaklaşık 140 metre idi. Bilim insanları arasında önemli bir haber kaynağı taşımayan bu bulgu aylar sonra İngiliz bulvar gazetelerinin eline geçtiğinde hepimiz için haber niteliği taşımaya başladı. Özellikle de bu haberi kullanan bazı gazetelerimiz “2040 paniği” diyerek olmayan paniği yarattıkları için.
Asteroidler dünyaya benzer bir yörüngede güneşin etrafında dönen kaya parçalarıdır. Bunlar genelde filmlerde gösterilenin aksine küçük cisimler ve bunlardan yüzlercesi her yıl dünyamız atmosferine girip yeryüzüne ulaşmadan yanıp kayboluyorlar. Biz bu olguya “yıldız kayması” diyoruz. Ancak uzun sürede bir tanesi dünya yüzeyine ulaşabiliyor, bunlara da “göktaşı” diyoruz. Bu göktaşları genelde dünyada fazla bir hasara yol açmazlar. Ancak binlerce yılda bir iri bir tanesi dünyaya çarptığı zaman büyük bir krater açarak ciddi anlamda hasara yol açabilir.
“Ciddi anlamda hasara yol açabilir” bilim açısından tanımları olan bir cümledir, ancak halkı korkutmak için kullanıldığında bilimdeki anlamından çok uzaklaşabilir. 2011 AG5 dünyaya çarpacak olursa ciddi anlamda hasara yol açabilir. Bu hasarı söyle anlatabiliriz:
- Dünya atmosferine girince büyük ihtimalle parçalanacak olan bu asteroidin parçaları yere 2,6 km/s hızla çarpacaklar.
- Bu parçalar yaklaşık 1 km çapındaki bir alanda irili ufaklı kraterler oluşturacaktır. Bu kraterlerin en büyüğü 400 m çapında olabilir.
-Bu çarpma 4,8 büyüklükte bir deprem yaratacaktır.
- Çarpma noktasına 10 km uzakta iseniz size olan etkisi oturduğunuz binaya büyük bir kamyonun çarpmasına benzer olacaktır.
Yani kısacası, eğer bu taş parçası kafanıza düşecek kadar şanssızsanız durum sizin için çok kötü, ama eğer çarpma noktasından 10 km uzaktaysanız çok ciddi bir zarar görmeyeceksiniz. Dünyanın %75'i okyanuslarla kaplı olduğu için bu taşın sizin kafanıza düşmesi olasılığının ne derece az olduğunu siz de hesaplayabilirsiniz. Onun için Hollywood filmlerinin senaryolarına fazla inanmayın.
Ama daha önemlisi, bu asteroidin dünyaya çarpma olasılığı şu anda 625'te birdir. Bunun sebebi de bu taş parçasının şu anda bizden çok uzakta olması ve güneşin arkasında bulunması dolayısıyla gözlem yapamıyor olmamızdır. Eylül 2013'de gözlem yapabileceğimiz kadar bize yaklaştığı zaman çok büyük ihtimalle çarpma olasılığının çok daha küçük olacağı tahmin edilmektedir.
Bu asteroid Şubat 2023'de dünyanın 1,6 milyon km yakınından geçtiğinde (ayın uzaklığı 400,000 km) 2040 yılındaki ziyaretinde neler yapabileceği konusunda daha iyi bilgi sahibi olabileceğiz.
En kötü ihtimalle ne olur? Diyelim o 1/625 ihtimal gerçekleşti ve diyelim bu taş parçası denizlere değil de karaya düşmeye karar verdi ve gene diyelim ki düşmeye karar verdiği yerin altında insanlar yaşıyor. Bilim bu taş parçasının dünyanın neresine çarpacağını yıllar öncesinden bilebilme yeteneğine sahip. Yani en kötü ihtimalle çarpacağı 1 km çapındaki alanı ve hatta emniyet olsun diye çok daha geniş bir alanı seneler öncesinden boşaltıp uzak bir yere taşınırız, başka bir sorun da yaşamayız. Nasılsa kentsel dönüşüm mümkün, bu da asteroidsel dönüşüm olur.

15 Şubat 2012 Çarşamba

Türkiye'de Bilim Akademisi Problemi


Türkiye Bilimler Akademisi konusunda sular biraz durulmuşken bu konuyu biraz daha irdelemek istiyorum. Son aylarda meydana gelen olayları kısaca özetlersem, önce devlet Bilimler Akademisi'ne üye seçme kriterlerini değiştirerek üye seçiminin eşit oranlarda Bilimler Akademisi, TÜBİTAK ve Bakanlar Kurulu tarafından yapılmasına karar verdi. Sonra bir değişiklikle Bakanlar Kurulu yetkisini gene üyeleri Bakanlar Kurulu tarafından belirlenen TÜBİTAK Bilim Kurulu'na devretti. Bunun bilimsel özerkliğe aykırı olduğuna inanan Bilim Akademisi'nin bazı üyeleri istifa ederek Bilim Akademisi Derneği'ni kurdular. Şu anda bir yanda devletin desteklediği Türkiye Bilimler Akademisi, diğer yanda da devletin özerkliklerine karışmasını kabul etmeyen Bilim Akademisi Derneği var.
Burada konunun içinde olmayanlar doğal olarak neden iki kurumun var olması gerektiğini anlayamayacaklardır. Aslında her iki tarafta da dostlarım olmasına rağmen ben de şu anda anlamakta zorluk çekiyorum. Bunun temel sebebi de ülkemizde Bilimler Akademisi'nin ne işe yaradığını henüz kavrayamamış olmamdır. Bu konuda da yalnız olduğumu sanmıyorum.
Sokağa çıkıp çevrenizdeki insanlara “Emniyet Genel Müdürlüğü neden var?” ya da “Meteoroloji Genel Müdürlüğü ne iş yapar?” diye soracak olsanız, sizi tam olarak tatmin etmese de bir cevap alırsınız. Ama sokakta “TÜBA nedir?” diye sorarsanız eminim çoğunluk TÜBA'nın ne iş yaptığını bırakın, ne olduğunu bile size anlatamayacaktır.
Bu noktada tüm bilimci insanlarının ciddi ciddi düşünmeleri gerekiyor. 1993'de kurulmuş olan Türkiye Bilimler Akademisi bugüne kadar geçen neredeyse 20 senede Türkiye'de yaşayan insanlara ne olduğunu ve ne işe yaradığını anlatamamışsa bence ciddi biçimde başarısız olmuştur. Bu sebeple bilimciler olarak hepimize düşen, üniversitelerde ders vermek dışında neye yaradığımızı insanlara anlatabilmektir. Ben bunu senelerdir kendi anneme bile anlatamamışken toplumun geri kalanına anlatmam son derece zor görünüyor. Bunun bir sebebi de akademik ilerlemenin hiçbir noktasında bilimin topluma yayılması için neler yapıldığının sorgulanmamasıdır. Hatta bir adım daha ileri gidecek olursak, neredeyse tek sorgulanan şey yapılan bilimsel çalışmaların varlığıdır. Ama insanlara bilimin neden gerekli olduğunu ve nelere yaradığını açıklamak bizim temel görevlerimizden biri olmalıdır. Ancak bizler kendi bilimsel çalışmalarımızı herşeyin üzerinde tuttuğumuz için başımızı kaldırıp bu konuya hiç eğilmiyoruz, bunun doğal sonucu olarak da bir noktada devlet bize kalkıp “size ne gerek var” diye sorabiliyor. Benim gözünde devlet bireylerin topluluğudur, biz bireylere ne işe yaradığımızı anlatabilmiş olsaydık, bugün gerek toplumumuz, gerekse de bizim toplumdaki yerimiz çok daha farklı olurdu.
Bilim insanlarının bu konudan biraz uzak durmalarını anlıyorum. Temel görüş bilimcilerin temel görevinin bilim üretmek olduğu üzerine kurulmuştur. Ancak günümüzde bilimcilerin kendi işlerini yapmanın yanı sıra bilimi topluma yayma görevleri de oluşmuştur. Gene de bilimcilerin tümünün bu görevi üstlenebilmelerini beklemek de biraz saflık olabilir. “Ben kendi laboratuvarımdan çıkmadan çalışıp sağlam bilim üretirim, gerisi de beni ilgilendirmez” diyen bir bilimciye de saygı duymak gerekir. TÜBA'nın 1993'den bu yana içinden çıkamadığı problemlerden biri budur. Bilimde ilerleyebilmek için durmadan, bıkmadan, nefes almadan çalışmak gerekmektedir. Bu çalışma temposu içerisinde toplumu da yapılan çalışmaların önemi konusunda bilinçlendirmeye çalışmak hiç de kolay değildir. TÜBA da kuruluşundan bu yana bilimin en ileri noktasında çalışan bilimcilerden oluştuğu için kendisini ve varoluş nedenini topluma anlatması neredeyse imkansız olmuştur. Bu sebeple de umarım hem TÜBA, hem de Bilim Akademisi Derneği geçmişte yaşananlardan ders alarak varlık sebeplerini topluma anlatma konusunda gelecek yıllarda daha başarılı olurlar, çünkü bugün toplumumuzun bilimsel düşünmeye ve aklı duyguların önüne geçirmeye herşeyden daha fazla ihtiyacı olduğuna inanıyorum.

25 Ocak 2012 Çarşamba

İstanbul'un trafik sorununa çözümler!

Üçüncü köprü yapalım, köprülerin yanına ikizlerini yapalım, Boğaz'ın altından tüneller açalım. Bunların hiçbiri İstanbul'un trafik sorununa çözüm getirmez. Ben üçüncü köprüye karşı olanlardan değilim. İstanbul'un bugünkü halinde üçüncü köprü kesinlikle gerekli, hatta hemen dördüncünün de çalışmalarına başlanmalı. Ama asıl çözüm bunlarla sağlanamaz. Devletimiz de asıl çözümü yaratmanın peşinde olmadığı için  gerçek politika, sorunu çözüyormuş gibi görünen ancak aslında sorunun bir parçası olan “çözümler” üretmek. Üçüncü köprü projesi de bunlardan biri. 


İstanbul'da neden bir trafik sorunu var? Buna iki temel cevap verebiliriz. Birincisi ve önemli olanı; İstanbul'un nüfusunun çok fazla oluşu. Eğer İstanbul'un nüfusu 12-13 milyon yerine 3-4 milyon olsaydı, bize bir köprü yeter de artardı bile. Ama nüfus şu anda olduğu yerde kaldığı veya arttığı müddetçe daha fazla köprü ve tünel yapmamız gerekli olmaya devam edecektir. Unutmayın, ne kadar fazla nüfus, o kadar fazla köprü. Trafik sorununa neden olan ikinci konu da trafik sorununa neden olanlarlar arasında toplu taşımanın az kullanılması. Yani, trafik sorunundan şikeyet edenlerin büyük bir kısmı kendi özel araçları ile kendi başlarına her gün trafiğe çıkanlar. Bu kişiler özel araçları yerine toplu taşıma kullanacak olsalar trafik epey rahatlayabilir. Bu kişilerin arabalarını bırakıp toplu taşımaya yönelmeleri için ne yapmak gerekir? Peki ya devletimiz gerçekten bu kişilerin toplu taşımaya yönelmelerini istiyor mu? 

Bu iki konuya da verilecek cevaplar devletin aslında şu andaki durumu korumaktan yana olmasından geçiyor. Devletimiz İstanbul'un nüfusunun yüksek olmasından çok şikayetçi değil ve devletimiz daha fazla kişinin araba sahibi olup daha fazla benzin tüketmesinden de gayet memnun.

İstanbul'un nüfusu nasıl azaltılır? Bunun doğal çözümü aslında genel nüfusumuzun azalmasından geçiyor. Ülkemizin doğal kaynaklarının sınırına gelmeye başlayan bir nüfusumuz var ve nüfus artışı bu şekilde devam ettiği müddetçe yakın gelecekte ülkemizin kaynakları nüfusumuza yetmemeye başlayacak. Bundan da kastım kömür veya demir değil. Su yetmeyecek, topraktan çıkan besin yetmeyecek. Bu sebepten nüfus kontrolü en önemli sorunumuzdur. Ancak bu çok daha büyük bir sorun olduğundan biz daha küçük bir soruna yönelelim. İstanbul'un nüfusunu azaltmak için ülkemizde İstanbul çekiciliğinde yaşam alanları yaratmamız gerekiyor. Bu yaşam alanları Ankara veya İzmir değil çünkü onların da kendi artan sorunları var. Mesela bir Samsun veya bir Balıkesir ya da bir Muş yeni bir yaşam alanı olarak yaratılabilir. Buralara yapılacak yatırımlar ciddi anlamda desteklenecek olursa bu bölgelerin de gelişmesi sağlanabilir. Çoğumuz İstanbul'a aşık olduğumuz için burada değiliz, burada olmamızın sebebi ekmeğin burada olması. Eğer ekmek Muş'ta olursa, eminim pek çoğumuz gidip Muş'ta da yaşayabiliriz. Peki devletimiz neden bu konuda yatırım yapmıyor? Aslında cevap sorunun içinde gizli, devlet yatırım yapmak istemiyor, devletin ana amacı en az yatırımla en fazla yönetimi elde etmek. Bunun için de olan sistemlerin korunması daha mantıklı bir çözüm oluyor. 

Toplu taşımacılığın da yeterli derecede destek görmemesi benzer bir nedenden. Devletimiz araç sahiplerinden ciddi biçimde para kazanıyor. Önce araç satın alırken kazanıyor, sonra her yıl aracın vergisiyle para kazanıyor, ama belki de çok daha önemlisi, aracın kullandığı benzinden vergi geliri elde ediyor. Devletlerin politikalarını belirlerken böylesi küçük hesaplar peşinde koşmamaları gerekiyor ancak ne yazık ki bizim devletimiz vergisinin çoğunu doğrudan (gelirden) değil dolaylı (harcamadan) kazandığı için halk ne kadar çok harcarsa devletin geliri de o denli artıyor. Bu sebepten de halkın tüketim mallarına harcama yapması devletin günlük gelirini arttırıyor ve devleti uzun vadeli çözümler arama zorunluluğundan kurtarıyor. Ama unutmayın, sürdürülebilir kalkınmanın temeli uzun vadeli çözümlerle atılır. İstanbul'a bir köprü daha yapmak devleti Türkiye'nin geri kalanına yatırım yapmaktan alıkoyar. Bir yandan İstanbul'un sorununu azaltmazken, diğer yandan da yatırım yapmadığı bölgelerden İstanbul'a göçü teşvik etmeye devam eder.