7 Eylül 2011 Çarşamba

TÜBA ve Bilim Akademileri

27 Ağustos'da çıkan bir kanun hükmünde kararname TÜBA'nın temel yapısını  değiştirdi. Bugüne kadar Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) kendi üyelerini kendisi seçiyordu, ancak yeni çıkan kararname ile bu seçim hakkı TÜBA, YÖK ve Bakanlar Kurulu arasında eşit olarak dağıtıldı. Yani bugünden itibaren ülkemizdeki bilim adamlarının seçkinliği konusundaki kararı da Bakanlar Kurulu verecek artık. 


Aslına bakarsanız, son üç yazımın da ana teması aynı. Parayı veren düdüğü çalar. Ben üniversitelerin bütçesini veriyorsam üniversiteler benim kontrolüm altında olmalı, ben TÜBİTAK'ın bütçesini sağlıyorsam, TÜBİTAK benim istediğim kişiler tarafından istediğim şekilde yönetilmeli ve son olarak da TÜBA'nın harcamalarını ben karşılıyorsam TÜBA'nın üyelerini de ben belirlerim. Bu şimdiye kadar başka hükümetler zamanında da olabilirdi, olamamasının tek sebebi hiçbir hükümetin böyle uzun zamandır bu kadar büyük bir oy farkıyla iktidarda kalmamış olmasıdır, yoksa bu konunun şu andaki hükümetimizle fazla bir bağlantısı yok. Devlet kanalından fonlanan tüm kurumların devlet kontrolü altında olması normaldir. Bir yandan “devlet bizim maaşımızı versin, araştırma bütçelerini sağlasın” ama diğer yandan da “işimize karışmasın” türü bir düşünce yapısı bizim türümüz bir devlet anlayışında rastlanabilecek bir tarz değildir. Devlet er geç işe karışır ve işleri kendi bildiği ve anladığı şekilde yönetir. 


Çözüm nedir? TÜBİTAK için çalışmasa da üniversiteler ve TÜBA açısından çözüm bu kurumların en azından maddi açıdan da özerk olmalarıdır. Üniversiteler ve TÜBA bütçelerini devlet bütçesinden karşıladığı müddetçe istenen bilimsel özerkliğe sahip olamazlar. Üniversitelerin bilimsel özerkliği konusu çok uzun olduğu için o konuya ileride tekrar geri dönmek üzere TÜBA konusuna ağırlık vermek istiyorum. 

Bugün TÜBA'da neler olduğunu anlayabilmek için öncelikle Bilim Akademileri kavramının ne olduğunu anlamamız gerekir. Dünyadaki bazı bilim akademilerinin tarihi neredeyse 400 sene geriye gidiyor. Bizim tarihimiz ise yirmi seneden daha kısa olduğuna göre kendimize bizden çok daha uzun süredir Bilim Akademileri olan ülkeleri örnek almamız da doğaldır. 

Dünyadaki Bilim Akademilerinin en eskisi İngiliz Bilim Akademisi'dir. Bu kurum bilimciler tarafından kendi aralarında bilim konuşmak için kurulmuş bir dernektir. Doğal olarak da bu dernek her isteyeni bünyesine kabul etmemiş ve dahil olmak isteyenler arasında bilimsel yeterliliğe dayanan bir seçme uygulamıştır. Ama daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, bilimsel yeterlilik rahat ölçülebilecek bir kavram değildir ve bu ölçümün içerisine ister istemez kişisel değer yargıları da girecektir ve her zaman da girmiştir. Ancak önemli olan bu kurumların çoğu noktada bilimsel doğruları kişisel değer yargılarının üzerinde tutmuş olmalarıdır. 

Fakat daha önemlisi, bu bilimciler bulabildikleri zamanda, mümkün olan yerlerde toplanmış ve derneğin masraflarını kendi ceplerinden karşılamışlardır. Bu kurumların bilimsel özerkliğinin temelinde yatan da bu maddi özerkliktir. Zaman içerisinde yöneticiler bu kurumların kendilerine yardımcı olabileceğini farkettiklerinden bu kurumlara maddi destek sağlamışlardır. Ama bu kurumlara sağlanan maddi desteğin arkasındaki temel anlayış bu desteğin bir derneğe yapılan bağış yapısında olduğunun anlaşılmış olmasıdır. 

Zaman içerisinde bu kurumlar kendilerine aldıkları yardımı “hak etmelerini” sağlayacak bir görev biçmişlerdir. Bu görev de devletlere gereken zamanlarda bilimsel konularda destek ve görüş sağlamaktır. Amerikan Başkanı bilimsel bir konuda tarafsız ve doğru bir görüş almak isterse bunun için Amerikan Bilimler Akademisi'ne gider, akademi konunun uzmanlarından bir kurul oluşturur ve başkana gerekli olan görüşü hazırlar. Bu görüş neredeyse tartışılmaz artık. Bu yapı devletler ile bilim akademileri arasındaki ilişkiyi açıklar. 

Ülkemizde ise bu yapının dışında Türkiye Bilimler Akademisi başlangıcından itibaren devletin kanatları altında kurulmuştur. Böylesi bir yapının bugüne kadar devletin işe karışması olmadan gelebilmesi bile bir mucizedir. Devletin bu işe bakış açısı “gelişmiş ülkelerde olduğu gibi bizim ülkemizde de bir bilimler akademisi var” demekten ibaret kalmıştır. Bizim bir bilimler akademimiz var ama ne akademinin kendisi ne de devlet bu akademinin görevlerinin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi değildir. Bu fikir de ortada olmadığı için bilimciler arasında kişisel değer yargılarından kaynaklanan husumetler oluşmuştur. Bu sebeple de devlet araya girerek “artık kimin üye olacağına ben karar vereceğim” demiştir. Bunun temel sonucu da bir varoluş sebebi belirlenmeden kurulan kurumda görev alanlara kartvizitlerine yazacakları yeni bir satır ve ek maddi imkanlar sağlanmasıdır. 

TÜBA üyelerinin bu gelişme üzerine yapmaya düşündüğü şey toplu halde akademi üyeliğinden istifa edip devletten bağımsız bir yapılanma içerisine girmektir. Aslında bu en baştan yapılmış olsa konu bugünlere kadar gelmezdi zaten. Ama bu yapılmadan önce de şapkaların öne konularak bir bilimler akademisinin neden varolması gerektiği ve işlevinin ne olacağı çok iyi irdelenmelidir. 

Benim kişisel görüşüm bir bilimler akademisinin temel görevinin halka güvenli ve bilimsel bilgi sağlamak olduğu yönündedir. En basit örneklerle anlatmam gerekirse, 17 Ağustos 1999'da büyük bir deprem travması yaşadık hepimiz. Bugün en ufak bir sarsıntı olsa hepimiz sokaklara firlıyoruz, ama bu konuda çalışan pek çok kişiden aynı olay hakkında birbirine zıt pek çok fikir çıkabiliyor. Ne güzel olurdu TÜBA adına bir bilim adamı çıkıp hepimizi aydınlatsa, biz de desek ki “bak işte doğrusu buymuş”, ya da TÜBA adına bir kurul bir rapor sunsa basına ve bize GDO'lu ürünlerin ne olduğunu, yarar ve zararlarını anlatsa. 

Başta 27 Ağustos kararnamesine kadar başkanlık görevini yürüten Prof. Dr. Yücel Kanpolat olmak üzere TÜBA seçkin bilimcilerden oluşmaktadır. Ama TÜBA kuruluşundan bu yana özerk olduğunu düşünerek kendisini aldatıyordu. Bugün bu aldatmacanın sonu geldi. Bilimler Akademisi'nin devlete değil devletin Bilimler Akademisi'ne ihtiyacı olduğu gün ancak Bilimler Akademisi'nin özerkliğinden söz etme şansı doğabilir. Bunun için de bilimsel düşünceyi ön plana çıkartan bir devlet görüşünün hakim olması gereklidir. Bugün için devletimizin anlayışı bilimsel doğruların değil kendi duymak istediklerinin kendisine söylenmesi yönünde olduğu için 27 Ağustos kararnamesi ile duymak isteyeceklerini kendilerine söyleyecek bir Bilimler Akademisi düzenleme yoluna yönelmiş olduk. Umarım ben yanılıyorumdur. 

6 Eylül 2011 Salı

TÜBİTAK ve Araştırma Konusundaki Devlet Politikamız

Bir önceki yazımda ülkemizde üniversitelerin varoluş amaçlarından bahsetmiştim. Devletimizin araştırma  politikasının temelinde de üniversitelerin bilim ve teknoloji üretmesi yatmamaktadır. Hatta bu görüşü biraz daha derinleştirecek olursak ülkede bilim üretilmesi bir öncelik değildir. Son on senede devletimizin araştırma politikası hemen sanayi üretime çevrilebilecek teknoloji üretilmesi düşüncesi üzerine bina edilmiştir. Ülkemizde araştırma için ana kaynağı sağlayan devlet olduğuna göre devlet de doğal olarak temel ihtiyaçlarını gözönüne alarak bu kaynağı harcayacaktır. Günümüzde devletimizin temel ihtiyaçlarının başında sanayi ürünlerinden para kazanmak geldiği için araştırma için temel kaynağın paraya çabuk çevrilebilecek alanlara aktarılması doğaldır. 

Burada kendimize bir kaz daha gelişmiş ülkeleri örnek alacak olursak burada devletin genelde temel bilimlerdeki araştırmalara, özel sektörün de daha çok uygulamalı araştırma alanlarına yatırım yaptığını görürüz. Ülkemizde ise özel sektörün araştırmaya yaptığı yatırım son derece düşük miktarlarda kaldığı için bu eksikliği devlet karşılamak zorunda kalmıştır. Yani temel bilimlere yeterince araştırma desteği verilmemesi sebebiyle birilerini suçlamamız gerekiyorsa bu devlet değil özel sektördür.   


Devletimizin araştırma konusundaki yatırımları temelde TÜBİTAK eliyle yapılmaktadır. TÜBİTAK araştırma bütçesini kendi araştırma enstitüleri ile üniversiteler ve özel sektöre verdiği araştırma projeleri ile kullanmaktadır. Bir projenin TÜBİTAK tarafından desteklenebilmesi için “yaygın etkisi” bulunması gerekmektedir. “Yaygın etkiden” anlaşılması gerekenler arasında şu noktalar bulunmaktadır: 

•Toplumun sorunlarına çözüm üretebilecek niteliktedir. 
•Toplumun kullanılmayan kaynaklarının kullanılmasını sağlamaya yöneliktir. 
•Uluslararası alanda Türkiye’nin öncü konuma gelmesine katkı sağlayabilecek niteliktedir. 
•Ülkenin sürdürülebilir kalkınmasına katkı sağlama potansiyeli vardır. 
•Yurtdışı bağımlılığı gideren yeni bir ürün veya model geliştirme potansiyeli vardır. 
•Ülkenin risklerinin ve avantajlarının belirlenmesine yöneliktir. 
•Sonuçların “ticarileştirilme” potansiyeli yüksektir. 
•Proje uygulayıcı kurum/kuruluşlarla işbirliği halinde hazırlanmıştır. 

Eğer bir proje yukarıdaki noktalarda değerlendiricilerin beklentilerini karşılamıyorsa desteklenmesi imkanı bulunmamaktadır. Bu maddelerin tümü neredeyse tüm temel bilimleri TÜBİTAK tarafından desteklenememesi sonucunu doğurmaktadır. Bu devletimizin bir seçimidir ve bir devlet politikasıdır. Devletimizin bilimsel ve teknolojik araştırma politikasını eleştirmek mümkündür, ancak benim görüşüm eldeki imkanlarla yapılanların tutarlı olduğu yönündedir.  Devlet bilimsel ve teknolojik alanda yaptığı araştırma yatırımından kısa vadede geri dönüş beklemektedir. Ancak bunun doğurduğu temel sonuç devlet ile üniversitelerin bilimsel araştırma anlamında aralarının açılmasıdır. Üniversitelerde temel bilimler alanında araştırma yapılması gerektiğini düşünen herkes bunun devletin önemli maddi katkısı olmadan yapılacağını bilmesi gereklidir. Devlet üniversite öğretim üyelerine maaşlarını vermektedir, bir de üniversitelerin araştırma fonlarına kaynak ayırmaktadır. Bu iki unsurun ülkemizde temel bilimlerdeki araştırmaları desteklemeye yetmesi gerekmektedir. Bu sebepten de ülkemizde teorik alanlardaki çalışmalar genelde deneysel çalışmalara oranla çok daha önemlidir. 

Devlet politikamız üniversitelerle TÜBİTAK arasındaki bağın her geçen gün zayıflamasını kabullendiği için de TÜBİTAK yönetiminin ve bilim kurullarının akademisyenlerden oluşması gereği gittikçe azalmıştır. Geçtiğimiz haftalarda TÜBİTAK yönetiminde yapılan değişikliklere bu gözle bakmak daha doğru olacaktır. TÜBİTAK artık bilimsel bir kurum değil devletin bilim ve teknolojiye aktardığı kaynağı denetleyen, yönetici ve kurulları hükümet tarafından belirlenen bir kurum halini almıştır. Parayı veren her zaman düdüğü de çalacağı için paranın başındakiler artık bilimin de başına geçmiştirler. Benim açımdan bu gerçekliğin bir sakıncası yoktur. Ama gün gelir de hükümet üniversitelerden ülkede neden düzgün bilim yapılmadığına dair hesap soracak olursa verilecek cevapların sayısı azalmaktadır, çünkü önce üniversite yönetimleri, şimdi de araştırmayı destekleyen kamu kuruluşları bilimsel değil siyasi iradenin kontrolü altına geçmiştir. Bu sebepten de umarım devlet büyüklerimiz ne yaptıklarını çok iyi biliyorlardır, çünkü gelecekte bilimsel alanda kazanılacak büyük başarılar da, uğranılabilecek büyük çöküşler de onların sorumluluğu olacaktır. 

4 Eylül 2011 Pazar

Yeni Başlayanlar İçin Üniversiteler

27 Ağustos'da çıkan bir kanun hükmünde kararname TÜBA'nın temel yönetim yapısını ve TÜBİTAK'ın yönetim kadrosunu değiştirdi. Bildiğiniz gibi üniversite rektörleri de cumhurbaşkanı tarafından atanıyor. Bu ve bundan sonraki birkaç yazıda tüm bu bilimsel ve akademik yapıdaki kurumlarla devlet ilişkileri üzerine düşündüklerimi paylaşmaya çalışacağım. 

Öncelikle üniversitelerden başlamak istiyorum. Üniversite bana göre nedir ve ne işe yarar? Benim görüşüme göre üniversitenin temel amacı kişilere ileri seviyede bilgi ve kültür sağlamaktır. İleri seviyeden kastım lisede öğrenilen bilgilerin ötesine geçebilmek, kültürden de kastım, sadece fizik, matematik veya anatomi bilmek değil, bunları bilmenin yanı sıra dünya hakkında edindiği bilgilerle daha sağlıklı bir düşünce yapısı kazanabilmektir. Daha sağlıklı bir düşünce yapısından da kastım herhangi bir politik görüş veya “modern” düşünce tarzı değil, bireyin dünya ve dünya olayları hakkında kendi bilgilerini toplayıp, analiz edip, kendi fikirlerini oluşturabilecek yeterlilikte olmasıdır. Bugünkü lise eğitimimiz öğrencilere ne ileri seviyede bilgi ne de kültür vermemektedir ve bu sebepten toplumumuzdaki pekçok birey üniversite eğitimine ihtiyaç duymaktadır. Bundan dolayı da devlet bana ve benim gibi diğer akademisyenlere maaş vermektedir. 

Ne yazıktır ki, devlet işlerinde verilen maaş ölçülebilen çıktılar üzerinden olmak zorundadır. Mesela kişinin kaç saat masa başında oturup çalıştığı gibi. Ancak kişinin o zamanında topluma ne derecede katma değer yarattığını ölçebilen bir mekanizma olmadığı için memurlar sadece bu bazda değerlendirilebiliyorlar. Akademisyenler de benzer şekilde kaç saat derse girdikleri ve kaç sınav yaptıkları üzerinden maaş alıyorlar. Yani her akademisyen maaşını hak etmek için belirli süre derse girip öğrencilere ders anlatmak zorundadır. Bu maaş hesabının içine ne yazık ki o akademisyenin topluma yaptığı bilimsel katkı girmemektedir, bunun temel sebebi de bilimsel katkının ders saati gibi ölçülebilir bir çıktı olmamasıdır. Dolayısıyla devlet bana bilimsel katkı yaratmam için değil derslere girip öğrencilere ders öğretmem için maaş ödüyor. Ama eğer mesleğimde ilerlemek istiyorsam minimum bir bilimsel katkı da yaratmam gerekiyor. Bu katkının da ders saatlerinde olduğu gibi ölçülebilir olması gerekiyor. Yükseltilme kriterlerinde bu katkı temelde yayınlanan makale veya kitap sayısı olarak belirleniyor. 

Akademik birimlerin en küçüğü bölümdür. Bölümün yöneticisi olan bölüm başkanını o bölümün ait olduğu fakültenin veya yüksekokulun dekanı ya da müdürü atar. Dekanları ve müdürleri rektörlerin önerisiyle YÖK, rektörleri de YÖK'ün önerisiyle cumhurbaşkanı atar. Üniversiteler temelde devlet dairesi oldukları için o kurumun başındaki rektör kurumun tamamından sorumlu ana yetkilidir. Bu bakış açısından bakıldığında rektörlerin devlet tarafından atanması gayet doğal görünebilir, çünkü devlet açısından üniversite gençlere “ders öğreten” ve onların meslek sahibi olmalarını sağlayan bir kurumdur. 

Eğer üniversiteden temel beklentimiz buysa sistemin işleyişinde herhangi bir sorun bulunmamaktadır. Ancak o zaman da “neden Amerika teknoloji alanında bizden bu kadar üstün?” diye sorma lüksümüz bulunamaz. Gelişmiş ülkelerin neredeyse tamamının ve pekçok gelişmekte olan ülkenin teknolojik ve kültürel alanda bizden ilerde olmalarının temel sebeplerinin en önemlisi bu ülkelerde üniversitelerin sadece eğitim kurumları olarak çalışmamalarıdır. Eğer üniversitelerden temel beklentimiz sadece bilim, teknoloji ve kültür üretmek değil de aynı zamanda bunların üretimine katkıda da bulunmaksa o zaman üniversite sistemimizin işleyişinin değişmesi gerekmektedir. 

Öncelikle ben “YÖK'ün yok olması gerekli” diyenlerden değilim. Ülkemizdeki üniversitelerin çoğu devlet üniversiteleri ve akademisyenlerin de çoğu devlet memuru olduğu müddetçe YÖK benzeri bir kuruluşa her zaman gerek olacaktır. 

Ancak her üniversite için üretilmiş bilgi birikimi iletme ile bilgi üretme arasındaki dengenin aynı olması gerekli değildir. Bazı üniversiteler biraz daha bilgi iletme, bazı üniversiteler de biraz daha fazla bilgi üretme amacı güdüyor olabilirler. Yanlış olan bu üniversitelerin tamamının aynı kural ve koşullarla yönetilip yönlendirilmeye çalışılmasıdır. Toplumların ihtiyaçları hep değiştiğinden elinde sopa olan bir çoban görüntüsündeki bir YÖK değil, bu farklılıkları görüp, değerlendirip yol gösteren bir YÖK her zaman gerekli olacaktır. 

Rektörler ise üniversiteleri belirlenen bu amaçlar doğrultusunda idare eden kişilerdir. Bu kişilerin akademisyen olmaları gerekmez, ama yapacakları iş açısından akademisyen olmaları çok fayda sağlar. Daha önemlisi, bu kişilerin belirli bir süre için değil başarılı oldukları sürece iş başında kalmaları gerekmektedir. Bunun için de o kişinin üniversite tarafından üniversitenin çıkarları doğrultusunda belirlenmesi de gerekir. Tabi eğer rektörü bir eğitim kurumunun mülki amiri olarak değil de bilgi üreten ve yayan bir kurumun lideri olarak görüyorsak. Mülki amir ile lider arasındaki farkı yakalayabildiğimiz sürece üniversitelerin sağlıklı çalışması mümkündür.