7 Eylül 2011 Çarşamba

TÜBA ve Bilim Akademileri

27 Ağustos'da çıkan bir kanun hükmünde kararname TÜBA'nın temel yapısını  değiştirdi. Bugüne kadar Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) kendi üyelerini kendisi seçiyordu, ancak yeni çıkan kararname ile bu seçim hakkı TÜBA, YÖK ve Bakanlar Kurulu arasında eşit olarak dağıtıldı. Yani bugünden itibaren ülkemizdeki bilim adamlarının seçkinliği konusundaki kararı da Bakanlar Kurulu verecek artık. 


Aslına bakarsanız, son üç yazımın da ana teması aynı. Parayı veren düdüğü çalar. Ben üniversitelerin bütçesini veriyorsam üniversiteler benim kontrolüm altında olmalı, ben TÜBİTAK'ın bütçesini sağlıyorsam, TÜBİTAK benim istediğim kişiler tarafından istediğim şekilde yönetilmeli ve son olarak da TÜBA'nın harcamalarını ben karşılıyorsam TÜBA'nın üyelerini de ben belirlerim. Bu şimdiye kadar başka hükümetler zamanında da olabilirdi, olamamasının tek sebebi hiçbir hükümetin böyle uzun zamandır bu kadar büyük bir oy farkıyla iktidarda kalmamış olmasıdır, yoksa bu konunun şu andaki hükümetimizle fazla bir bağlantısı yok. Devlet kanalından fonlanan tüm kurumların devlet kontrolü altında olması normaldir. Bir yandan “devlet bizim maaşımızı versin, araştırma bütçelerini sağlasın” ama diğer yandan da “işimize karışmasın” türü bir düşünce yapısı bizim türümüz bir devlet anlayışında rastlanabilecek bir tarz değildir. Devlet er geç işe karışır ve işleri kendi bildiği ve anladığı şekilde yönetir. 


Çözüm nedir? TÜBİTAK için çalışmasa da üniversiteler ve TÜBA açısından çözüm bu kurumların en azından maddi açıdan da özerk olmalarıdır. Üniversiteler ve TÜBA bütçelerini devlet bütçesinden karşıladığı müddetçe istenen bilimsel özerkliğe sahip olamazlar. Üniversitelerin bilimsel özerkliği konusu çok uzun olduğu için o konuya ileride tekrar geri dönmek üzere TÜBA konusuna ağırlık vermek istiyorum. 

Bugün TÜBA'da neler olduğunu anlayabilmek için öncelikle Bilim Akademileri kavramının ne olduğunu anlamamız gerekir. Dünyadaki bazı bilim akademilerinin tarihi neredeyse 400 sene geriye gidiyor. Bizim tarihimiz ise yirmi seneden daha kısa olduğuna göre kendimize bizden çok daha uzun süredir Bilim Akademileri olan ülkeleri örnek almamız da doğaldır. 

Dünyadaki Bilim Akademilerinin en eskisi İngiliz Bilim Akademisi'dir. Bu kurum bilimciler tarafından kendi aralarında bilim konuşmak için kurulmuş bir dernektir. Doğal olarak da bu dernek her isteyeni bünyesine kabul etmemiş ve dahil olmak isteyenler arasında bilimsel yeterliliğe dayanan bir seçme uygulamıştır. Ama daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, bilimsel yeterlilik rahat ölçülebilecek bir kavram değildir ve bu ölçümün içerisine ister istemez kişisel değer yargıları da girecektir ve her zaman da girmiştir. Ancak önemli olan bu kurumların çoğu noktada bilimsel doğruları kişisel değer yargılarının üzerinde tutmuş olmalarıdır. 

Fakat daha önemlisi, bu bilimciler bulabildikleri zamanda, mümkün olan yerlerde toplanmış ve derneğin masraflarını kendi ceplerinden karşılamışlardır. Bu kurumların bilimsel özerkliğinin temelinde yatan da bu maddi özerkliktir. Zaman içerisinde yöneticiler bu kurumların kendilerine yardımcı olabileceğini farkettiklerinden bu kurumlara maddi destek sağlamışlardır. Ama bu kurumlara sağlanan maddi desteğin arkasındaki temel anlayış bu desteğin bir derneğe yapılan bağış yapısında olduğunun anlaşılmış olmasıdır. 

Zaman içerisinde bu kurumlar kendilerine aldıkları yardımı “hak etmelerini” sağlayacak bir görev biçmişlerdir. Bu görev de devletlere gereken zamanlarda bilimsel konularda destek ve görüş sağlamaktır. Amerikan Başkanı bilimsel bir konuda tarafsız ve doğru bir görüş almak isterse bunun için Amerikan Bilimler Akademisi'ne gider, akademi konunun uzmanlarından bir kurul oluşturur ve başkana gerekli olan görüşü hazırlar. Bu görüş neredeyse tartışılmaz artık. Bu yapı devletler ile bilim akademileri arasındaki ilişkiyi açıklar. 

Ülkemizde ise bu yapının dışında Türkiye Bilimler Akademisi başlangıcından itibaren devletin kanatları altında kurulmuştur. Böylesi bir yapının bugüne kadar devletin işe karışması olmadan gelebilmesi bile bir mucizedir. Devletin bu işe bakış açısı “gelişmiş ülkelerde olduğu gibi bizim ülkemizde de bir bilimler akademisi var” demekten ibaret kalmıştır. Bizim bir bilimler akademimiz var ama ne akademinin kendisi ne de devlet bu akademinin görevlerinin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi değildir. Bu fikir de ortada olmadığı için bilimciler arasında kişisel değer yargılarından kaynaklanan husumetler oluşmuştur. Bu sebeple de devlet araya girerek “artık kimin üye olacağına ben karar vereceğim” demiştir. Bunun temel sonucu da bir varoluş sebebi belirlenmeden kurulan kurumda görev alanlara kartvizitlerine yazacakları yeni bir satır ve ek maddi imkanlar sağlanmasıdır. 

TÜBA üyelerinin bu gelişme üzerine yapmaya düşündüğü şey toplu halde akademi üyeliğinden istifa edip devletten bağımsız bir yapılanma içerisine girmektir. Aslında bu en baştan yapılmış olsa konu bugünlere kadar gelmezdi zaten. Ama bu yapılmadan önce de şapkaların öne konularak bir bilimler akademisinin neden varolması gerektiği ve işlevinin ne olacağı çok iyi irdelenmelidir. 

Benim kişisel görüşüm bir bilimler akademisinin temel görevinin halka güvenli ve bilimsel bilgi sağlamak olduğu yönündedir. En basit örneklerle anlatmam gerekirse, 17 Ağustos 1999'da büyük bir deprem travması yaşadık hepimiz. Bugün en ufak bir sarsıntı olsa hepimiz sokaklara firlıyoruz, ama bu konuda çalışan pek çok kişiden aynı olay hakkında birbirine zıt pek çok fikir çıkabiliyor. Ne güzel olurdu TÜBA adına bir bilim adamı çıkıp hepimizi aydınlatsa, biz de desek ki “bak işte doğrusu buymuş”, ya da TÜBA adına bir kurul bir rapor sunsa basına ve bize GDO'lu ürünlerin ne olduğunu, yarar ve zararlarını anlatsa. 

Başta 27 Ağustos kararnamesine kadar başkanlık görevini yürüten Prof. Dr. Yücel Kanpolat olmak üzere TÜBA seçkin bilimcilerden oluşmaktadır. Ama TÜBA kuruluşundan bu yana özerk olduğunu düşünerek kendisini aldatıyordu. Bugün bu aldatmacanın sonu geldi. Bilimler Akademisi'nin devlete değil devletin Bilimler Akademisi'ne ihtiyacı olduğu gün ancak Bilimler Akademisi'nin özerkliğinden söz etme şansı doğabilir. Bunun için de bilimsel düşünceyi ön plana çıkartan bir devlet görüşünün hakim olması gereklidir. Bugün için devletimizin anlayışı bilimsel doğruların değil kendi duymak istediklerinin kendisine söylenmesi yönünde olduğu için 27 Ağustos kararnamesi ile duymak isteyeceklerini kendilerine söyleyecek bir Bilimler Akademisi düzenleme yoluna yönelmiş olduk. Umarım ben yanılıyorumdur. 

6 Eylül 2011 Salı

TÜBİTAK ve Araştırma Konusundaki Devlet Politikamız

Bir önceki yazımda ülkemizde üniversitelerin varoluş amaçlarından bahsetmiştim. Devletimizin araştırma  politikasının temelinde de üniversitelerin bilim ve teknoloji üretmesi yatmamaktadır. Hatta bu görüşü biraz daha derinleştirecek olursak ülkede bilim üretilmesi bir öncelik değildir. Son on senede devletimizin araştırma politikası hemen sanayi üretime çevrilebilecek teknoloji üretilmesi düşüncesi üzerine bina edilmiştir. Ülkemizde araştırma için ana kaynağı sağlayan devlet olduğuna göre devlet de doğal olarak temel ihtiyaçlarını gözönüne alarak bu kaynağı harcayacaktır. Günümüzde devletimizin temel ihtiyaçlarının başında sanayi ürünlerinden para kazanmak geldiği için araştırma için temel kaynağın paraya çabuk çevrilebilecek alanlara aktarılması doğaldır. 

Burada kendimize bir kaz daha gelişmiş ülkeleri örnek alacak olursak burada devletin genelde temel bilimlerdeki araştırmalara, özel sektörün de daha çok uygulamalı araştırma alanlarına yatırım yaptığını görürüz. Ülkemizde ise özel sektörün araştırmaya yaptığı yatırım son derece düşük miktarlarda kaldığı için bu eksikliği devlet karşılamak zorunda kalmıştır. Yani temel bilimlere yeterince araştırma desteği verilmemesi sebebiyle birilerini suçlamamız gerekiyorsa bu devlet değil özel sektördür.   


Devletimizin araştırma konusundaki yatırımları temelde TÜBİTAK eliyle yapılmaktadır. TÜBİTAK araştırma bütçesini kendi araştırma enstitüleri ile üniversiteler ve özel sektöre verdiği araştırma projeleri ile kullanmaktadır. Bir projenin TÜBİTAK tarafından desteklenebilmesi için “yaygın etkisi” bulunması gerekmektedir. “Yaygın etkiden” anlaşılması gerekenler arasında şu noktalar bulunmaktadır: 

•Toplumun sorunlarına çözüm üretebilecek niteliktedir. 
•Toplumun kullanılmayan kaynaklarının kullanılmasını sağlamaya yöneliktir. 
•Uluslararası alanda Türkiye’nin öncü konuma gelmesine katkı sağlayabilecek niteliktedir. 
•Ülkenin sürdürülebilir kalkınmasına katkı sağlama potansiyeli vardır. 
•Yurtdışı bağımlılığı gideren yeni bir ürün veya model geliştirme potansiyeli vardır. 
•Ülkenin risklerinin ve avantajlarının belirlenmesine yöneliktir. 
•Sonuçların “ticarileştirilme” potansiyeli yüksektir. 
•Proje uygulayıcı kurum/kuruluşlarla işbirliği halinde hazırlanmıştır. 

Eğer bir proje yukarıdaki noktalarda değerlendiricilerin beklentilerini karşılamıyorsa desteklenmesi imkanı bulunmamaktadır. Bu maddelerin tümü neredeyse tüm temel bilimleri TÜBİTAK tarafından desteklenememesi sonucunu doğurmaktadır. Bu devletimizin bir seçimidir ve bir devlet politikasıdır. Devletimizin bilimsel ve teknolojik araştırma politikasını eleştirmek mümkündür, ancak benim görüşüm eldeki imkanlarla yapılanların tutarlı olduğu yönündedir.  Devlet bilimsel ve teknolojik alanda yaptığı araştırma yatırımından kısa vadede geri dönüş beklemektedir. Ancak bunun doğurduğu temel sonuç devlet ile üniversitelerin bilimsel araştırma anlamında aralarının açılmasıdır. Üniversitelerde temel bilimler alanında araştırma yapılması gerektiğini düşünen herkes bunun devletin önemli maddi katkısı olmadan yapılacağını bilmesi gereklidir. Devlet üniversite öğretim üyelerine maaşlarını vermektedir, bir de üniversitelerin araştırma fonlarına kaynak ayırmaktadır. Bu iki unsurun ülkemizde temel bilimlerdeki araştırmaları desteklemeye yetmesi gerekmektedir. Bu sebepten de ülkemizde teorik alanlardaki çalışmalar genelde deneysel çalışmalara oranla çok daha önemlidir. 

Devlet politikamız üniversitelerle TÜBİTAK arasındaki bağın her geçen gün zayıflamasını kabullendiği için de TÜBİTAK yönetiminin ve bilim kurullarının akademisyenlerden oluşması gereği gittikçe azalmıştır. Geçtiğimiz haftalarda TÜBİTAK yönetiminde yapılan değişikliklere bu gözle bakmak daha doğru olacaktır. TÜBİTAK artık bilimsel bir kurum değil devletin bilim ve teknolojiye aktardığı kaynağı denetleyen, yönetici ve kurulları hükümet tarafından belirlenen bir kurum halini almıştır. Parayı veren her zaman düdüğü de çalacağı için paranın başındakiler artık bilimin de başına geçmiştirler. Benim açımdan bu gerçekliğin bir sakıncası yoktur. Ama gün gelir de hükümet üniversitelerden ülkede neden düzgün bilim yapılmadığına dair hesap soracak olursa verilecek cevapların sayısı azalmaktadır, çünkü önce üniversite yönetimleri, şimdi de araştırmayı destekleyen kamu kuruluşları bilimsel değil siyasi iradenin kontrolü altına geçmiştir. Bu sebepten de umarım devlet büyüklerimiz ne yaptıklarını çok iyi biliyorlardır, çünkü gelecekte bilimsel alanda kazanılacak büyük başarılar da, uğranılabilecek büyük çöküşler de onların sorumluluğu olacaktır. 

4 Eylül 2011 Pazar

Yeni Başlayanlar İçin Üniversiteler

27 Ağustos'da çıkan bir kanun hükmünde kararname TÜBA'nın temel yönetim yapısını ve TÜBİTAK'ın yönetim kadrosunu değiştirdi. Bildiğiniz gibi üniversite rektörleri de cumhurbaşkanı tarafından atanıyor. Bu ve bundan sonraki birkaç yazıda tüm bu bilimsel ve akademik yapıdaki kurumlarla devlet ilişkileri üzerine düşündüklerimi paylaşmaya çalışacağım. 

Öncelikle üniversitelerden başlamak istiyorum. Üniversite bana göre nedir ve ne işe yarar? Benim görüşüme göre üniversitenin temel amacı kişilere ileri seviyede bilgi ve kültür sağlamaktır. İleri seviyeden kastım lisede öğrenilen bilgilerin ötesine geçebilmek, kültürden de kastım, sadece fizik, matematik veya anatomi bilmek değil, bunları bilmenin yanı sıra dünya hakkında edindiği bilgilerle daha sağlıklı bir düşünce yapısı kazanabilmektir. Daha sağlıklı bir düşünce yapısından da kastım herhangi bir politik görüş veya “modern” düşünce tarzı değil, bireyin dünya ve dünya olayları hakkında kendi bilgilerini toplayıp, analiz edip, kendi fikirlerini oluşturabilecek yeterlilikte olmasıdır. Bugünkü lise eğitimimiz öğrencilere ne ileri seviyede bilgi ne de kültür vermemektedir ve bu sebepten toplumumuzdaki pekçok birey üniversite eğitimine ihtiyaç duymaktadır. Bundan dolayı da devlet bana ve benim gibi diğer akademisyenlere maaş vermektedir. 

Ne yazıktır ki, devlet işlerinde verilen maaş ölçülebilen çıktılar üzerinden olmak zorundadır. Mesela kişinin kaç saat masa başında oturup çalıştığı gibi. Ancak kişinin o zamanında topluma ne derecede katma değer yarattığını ölçebilen bir mekanizma olmadığı için memurlar sadece bu bazda değerlendirilebiliyorlar. Akademisyenler de benzer şekilde kaç saat derse girdikleri ve kaç sınav yaptıkları üzerinden maaş alıyorlar. Yani her akademisyen maaşını hak etmek için belirli süre derse girip öğrencilere ders anlatmak zorundadır. Bu maaş hesabının içine ne yazık ki o akademisyenin topluma yaptığı bilimsel katkı girmemektedir, bunun temel sebebi de bilimsel katkının ders saati gibi ölçülebilir bir çıktı olmamasıdır. Dolayısıyla devlet bana bilimsel katkı yaratmam için değil derslere girip öğrencilere ders öğretmem için maaş ödüyor. Ama eğer mesleğimde ilerlemek istiyorsam minimum bir bilimsel katkı da yaratmam gerekiyor. Bu katkının da ders saatlerinde olduğu gibi ölçülebilir olması gerekiyor. Yükseltilme kriterlerinde bu katkı temelde yayınlanan makale veya kitap sayısı olarak belirleniyor. 

Akademik birimlerin en küçüğü bölümdür. Bölümün yöneticisi olan bölüm başkanını o bölümün ait olduğu fakültenin veya yüksekokulun dekanı ya da müdürü atar. Dekanları ve müdürleri rektörlerin önerisiyle YÖK, rektörleri de YÖK'ün önerisiyle cumhurbaşkanı atar. Üniversiteler temelde devlet dairesi oldukları için o kurumun başındaki rektör kurumun tamamından sorumlu ana yetkilidir. Bu bakış açısından bakıldığında rektörlerin devlet tarafından atanması gayet doğal görünebilir, çünkü devlet açısından üniversite gençlere “ders öğreten” ve onların meslek sahibi olmalarını sağlayan bir kurumdur. 

Eğer üniversiteden temel beklentimiz buysa sistemin işleyişinde herhangi bir sorun bulunmamaktadır. Ancak o zaman da “neden Amerika teknoloji alanında bizden bu kadar üstün?” diye sorma lüksümüz bulunamaz. Gelişmiş ülkelerin neredeyse tamamının ve pekçok gelişmekte olan ülkenin teknolojik ve kültürel alanda bizden ilerde olmalarının temel sebeplerinin en önemlisi bu ülkelerde üniversitelerin sadece eğitim kurumları olarak çalışmamalarıdır. Eğer üniversitelerden temel beklentimiz sadece bilim, teknoloji ve kültür üretmek değil de aynı zamanda bunların üretimine katkıda da bulunmaksa o zaman üniversite sistemimizin işleyişinin değişmesi gerekmektedir. 

Öncelikle ben “YÖK'ün yok olması gerekli” diyenlerden değilim. Ülkemizdeki üniversitelerin çoğu devlet üniversiteleri ve akademisyenlerin de çoğu devlet memuru olduğu müddetçe YÖK benzeri bir kuruluşa her zaman gerek olacaktır. 

Ancak her üniversite için üretilmiş bilgi birikimi iletme ile bilgi üretme arasındaki dengenin aynı olması gerekli değildir. Bazı üniversiteler biraz daha bilgi iletme, bazı üniversiteler de biraz daha fazla bilgi üretme amacı güdüyor olabilirler. Yanlış olan bu üniversitelerin tamamının aynı kural ve koşullarla yönetilip yönlendirilmeye çalışılmasıdır. Toplumların ihtiyaçları hep değiştiğinden elinde sopa olan bir çoban görüntüsündeki bir YÖK değil, bu farklılıkları görüp, değerlendirip yol gösteren bir YÖK her zaman gerekli olacaktır. 

Rektörler ise üniversiteleri belirlenen bu amaçlar doğrultusunda idare eden kişilerdir. Bu kişilerin akademisyen olmaları gerekmez, ama yapacakları iş açısından akademisyen olmaları çok fayda sağlar. Daha önemlisi, bu kişilerin belirli bir süre için değil başarılı oldukları sürece iş başında kalmaları gerekmektedir. Bunun için de o kişinin üniversite tarafından üniversitenin çıkarları doğrultusunda belirlenmesi de gerekir. Tabi eğer rektörü bir eğitim kurumunun mülki amiri olarak değil de bilgi üreten ve yayan bir kurumun lideri olarak görüyorsak. Mülki amir ile lider arasındaki farkı yakalayabildiğimiz sürece üniversitelerin sağlıklı çalışması mümkündür. 

6 Haziran 2011 Pazartesi

Bilimsel dilin günlük dilden farkı nedir?


Bilim insanları bilim alanında eğitim almamış kişilere bilim alanındaki gelişmeleri anlatırken çok dikkatli olmalıdırlar. Bunun temel sebebi de bilim alanında kullandığımız dilin günlük dil ve anlayıştan çok farklı olmasıdır. Bilimin değişik alanlarında ve özellikle de iklim değişikliği konusunda bilim insanlarına yapılan saldırıların çoğu bu temelden kaynaklanmakta ve kişilerin aklını çabuk karıştırabilmektedir. 

Bu konunun temel kelimesi “teori”dir. Günlük hayatta şöyle bir cümle kurabiliriz: “Benim bir teorim var, aslında Ahmet Mustafaoğlu milli takım teknik direktörlüğünü kabul etmedi çünkü o başbakan olmak istiyor.” Bu teori hiçbir dayanağa sahip olmayabilir, test edilmesi, doğruluğunun ya da yanlışlığının gözlemlenmesi mümkün değildir. Bu sebepten de günlük konuşmalarımızda buna teori deriz. Teori tamamen “işkembeden sallamakla” ciddi ciddi düşünerek üretmek arasında herhangi bir noktada bulunabilir, ama ana öğesi hemen test edilebilmekten genelde uzak olmasıdır. 


Benzer bir şekilde “işkembeden sallamak” bilimde de mümkündür, hatta birçok alanda gelişme bununla mümkün olur. Ancak bu “işkembeden sallamaya” hiçbir zaman teori denmez. Düşüncenin gelişiminin teori halini alabilmesi için test edilebilir ve doğruluğunun veya yanlışlığının ölçülebilir bir şekle sokulması gerekir. Mesela, yukarıya atılan cisimlerin içinde her zaman dünyaya dönmek gibi bir arzu vardır dersek bu test edilebilir bir ifade değildir. Ama aynı ifadeyi yukarıya atılan her şey aşağıya düşer şeklinde anlatacak olursak bu test edilebilir bir ifade halini alır. O noktada bu ifadeye bir teori diyebiliriz, çünkü herkes elindeki imkanlarla bir şeyleri yukarıya atıp aşağıya düşüp düşmediğini kontrol edebilir. Genelde bunu test edenler de bu teorinin doğruluğunu görebilirler, ancak bu gene de bir kanun değildir. Çünkü bir teori her ne kadar sağlam olursa olsun, o teoriyi desteklemek için kaç tane deney yapılırsa yapılsın, bu teorinin doğruluğunun ispatı değildir. Ama yapılan her değişik deney o teoriyi doğruluğa biraz daha yaklaştırır. Ancak o teorinin yanlış olduğunu gösteren bir tek düzgün yapılmış deney bile o teoriyi yıkar. Mesela, bir roketi saniyede 12 kilometre hızla yukarıya atacak olursak yukarıya atılan cisimlerin hep aşağıya düştükleri teorisini hemen çökertiriz, çünkü bu roket dünyanın çekim alanından çıkarak aşağıya düşmez. Bu noktada bilimin yaptığı o teoriyi hepten çöpe atıp baştan başlamak yerine o teorinin neresinde hata olduğunu anlayıp gerekli değişiklikleri yapmaktır. Teorimizi kütlesi olan iki cisim birbirlerini uzaklıklarının karesine ters oranlı bir kuvvetle çekerler şeklinde getirecek olursak bu hem havaya atılan cisimlerin neden yere düştüklerini hem de uzay araçlarının nasıl olup da dünyayı terk edebildiklerini aynı anda açıklar. 

Son birkaç yüzyılda bilim insanlarını bu şekilde zorlayan teori çatışmalarından iki tanesi evrim ve iklim değişikliği üzerinedir. Gerek evrim, gerekse de iklim değişikliği bir teoridir, ama bilimsel anlamda bir teoridir, yani yapılan her deney ve gözlem bu teorileri güçlendirirken bu teorilerin yanlış olduğunu kanıtlayan bir tek deney veya gözlem yapılamamıştır. Bir teorinin deney ya da gözlemlerin tamamını açıklayamaması o teorinin yanlış olduğunu değil sadece geliştirilmesi gerektiğini gösterir. Benzer şekilde hem evrim hem de iklim değişikliği teorilerinde tam olarak anlaşılmamış ve deneyleri ya da gözlemleri tam olarak anlatamayan noktalar mevcuttur, ama bu bilimsel anlamda teorinin yanlış olduğunu değil geliştirilmesi gerektiğini gösterir. Mesela evrim teorisine göre tüm primatlar aynı kökten gelmek zorundadırlar. Bunun için de fosil kanıtları ile evrimin nasıl geliştiğinin gösterilmesi gerekir. Ancak arada eksik olan fosiller varsa bu daha fazla gözlem yapılması gereğini ortaya koyar, teorinin yanlışlığını değil. Ama eğer 40 milyon yıl yaşında tam bir insan iskeletini bulacak olursak bir gün, bu evrim teorisinin yanlış olabileceğinin ve baştan düşünülmesi gerektiğinin bir göstergesidir. 

Benzer şekilde, Svante Arrhenius 1896 yaptığı deneyle atmosfere salınan karbondioksit (CO2) gazının dünyayı ısıtacağını kanıtladı. O günden beri yapılan deneylerin tümü de atmosferdeki CO2 miktarının insanların yaktıkları kömür, petrol ve doğalgaz miktarına bağlı olarak arttığını gösterdi. Aynı zamanda yapılan ölçümler de dünyanın ortalama sıcaklığının artmakta olduğunu bize kanıtladı. Bu durumda varacağımız temel sonuç, insan kaynaklı küresel iklim değişikliği vardır ve bizler bir şeyler yapmadığımız müddetçe iklim değişikliğinin etkisini her geçen gün daha fazla hissettireceğidir. Bu bir teoridir, ama bilimsel anlamda bir teoridir, yani 1896 senesinden bugüne kadar yapılan deneylerin tamamı bu teoriyi biraz daha kuvvetlendirmektedir ve bu teorinin yanlış olduğunu gösterebilecek bir tek deney veya gözlem yapılmamıştır. 

İklim değişikliği konusundaki temel belirsizlik değişikliğin varlığı ya da sebepleri üzerine değildir. Bilmediğimiz temel şey iklim değişikliğinin dünyaya gelecekte neler getireceğidir. Bu konuda bilim insanları geçmişte gözlemlenenlerle temel bilimsel verileri birleştirerek bazı öngörülerde bulunurlar, bu öngörüler tahmin niteliğindedir, bazıları daha kesin bazıları daha muğlaktır. Mesela bir meteorolog yarın hava yağmurlu olacak derse ertesi gün elimize şemsiye alıp çıkarız sokağa, ama yağmur yağmayabilir, bu meteorolojinin yanlış olduğu anlamına gelmez ya da o meteoroloğa bir daha inanılmaması gerektiğini göstermez. Benzer şekilde bir iklim bilimci de önümüzdeki beş senede ülkemizde kuraklık olacak derse buna hazırlanmak akıllıca bir davranıştır, ama yanlış çıkma olasılığı vardır. Fakat bir meteorolog belirli sebeplere dayanarak bu yaz İstanbul'da gerek ortalama yağış miktarı gerekse de sağanak yağış miktarı artacak derse, bunu dinlemekte daha da fayda vardır, çünkü böyle bir ifadedeki bilimsel veri oranı tahmin yeteneğinin çok üzerindedir. Aynı şekilde iklim bilimciler de dünyanın ortalama sıcaklığı artacağı için kuraklıklar da artacak ve deniz seviyesi yükselecek diyorsa bunu dinlemekte ciddi fayda vardır çünkü böylesi ifadeler tahminden çok bilim içerirler, bilimi dinlemek de genelde faydalıdır.

20 Mayıs 2011 Cuma

Deprem konusunda bilmediklerimiz


Nedense son zamanlardaki depremlerin tümünde ben bilgisayar başında oldum. Depremden hemen sonra da gerek facebook gerekse de MSN yöntemiyle soru bombardımanına tutuldum, “depremin büyüklüğünü biliyor musunuz?”, “nerede olduğunu biliyor musunuz?”,”devamı gelecek mi?” türü. Ben bu konuda size bildiklerimi anlatayım, belki bir sonraki depremde sizin de işinize yarar bu bilgiler.
Depremlerin yerini veya büyüklüğünü tahmin etmenin bir yolu yok. Bunu kabullenin, bunun tersini iddia eden şarlatandır demem ama çok şüpheyle yaklaşmanız gerekir. Bunun için size basit bir örnek vereyim: Doktora gidiyorsunuz, kanser şüphesi var. Doktor size iki şey söyleyebilir: Kansersiniz ya da değilsiniz. Sonuçta da ya kansersinizdir ya da değilsinizdir. Bu dört ihtimalli bir olay, yani doktora size kanser dedi ve kansersiniz, doktor size kanser dedi ama değilsiniz, doktor size kanser değilsiniz dedi ve kansersiniz ve doktor size kanser değilsiniz dedi ve gerçekten de kanser değilsiniz. İdeal teşhis doktorun kanser olduğunuz zaman kansersiniz, olmadığınız zaman da değilsiniz demesi. Hepimizin beklentisi bu yönde, ama her zaman burada hata olabilir. Tahmin ve teşhise dayalı konularda önemli olan da yanlış teşhislerin ne yönde olduğudur. Yani doktor size kansersiniz derse ve değilseniz mutlu olursunuz ve aslında çok kötü bir hata değildir ama eğer kanserseniz ve doktor değilsiniz dediyse bu sizin hayatınıza mal olabilecek bir hatadır. O zaman doktor olsanız en ufak bir şüphe duyduğunuzda kanser tanısı koymakta daha serbest davranırsınız (umarım bunu okuyan doktorları kızdırmam) çünkü riskiniz çok daha yüksektir.
Aynısını deprem tahminine uygulayacak olursak, tahmin yapan kişi ya deprem olacak der ve deprem olur, ya olmayacak der ve olmaz, ya olacak der ve olmaz ya da olmayacak der ve olur. Burada sorun şu, bu tahminleri yapan kişiler size hiçbir zaman deprem olmayacak tahminlerini vermiyorlar, yani doktorların kanser değilsiniz tahminine benzer bir tahmini alamıyorsunuz bu tahmincilerden dolayısıyla da tahminlerinin kalitesini ölçmek mümkün değil, çünkü tahminin içinde olacağı bilmek kadar olmayacağı da bilmek var. O zaman tahminci ne yapmalı? En ufak bir şüphede deprem olacak derse bu sefer yalancı çoban sendromuna kurban gider. Bu şüphe miktarını azaltmak da mümkün olmadığı için deprem tahmini yapmak mümkün değildir. Burada tahmin yapan herkesi sorgulayabilirsiniz. Her hafta için haftalık bir tahmin alın, hava durumu tahmini gibi, bakın bakalım yüzde kaç ihtimalle doğru biliyor. Deprem olduktan sonra televizyonlara çıkıp biz bunu tahmin etmiştik diye konuşmak kolay.
İkinci değinmek istediğim konu artçılar, burada da biraz daha bilimsel olursam kusuruma bakmayın: Bir depremden sonra gelen artçı şokların büyüklükleri basit bir istatistiksel yöntemle öngörülebilir. Buna Bath Yasası denir. Bu yasa olan depremle olacak olan artçı şokun büyüklükleri arasındaki ilişkiyi belirler. 19 Mayıs akşamı Kütahya'da olan deprem Ege çöküntü alanındadır ve bu alanda 1900 yılından beri olan depremleri incelediğimiz zaman artçı şokun ana şoktan ortalama olarak Richter skalasında 1,23 daha küçük olduğunu görürüz. Yani ana şok 5,9 ise bunun artçısı 4,7 civarında olacaktır. Ana şoktan sonra Kütahya bölgesinde sabaha kadar 9 tane daha büyüklüğü 4 üzeri olan artçı şok gözlendi, bunların en büyüğü de ana şoktan hemen on dakika sonra gerçekleşen 4,6 büyüklüğündeki artçı şoktu.
Bu sabah gazeteleri açınca bu konuda görüşüne başvurulan uzmanların 5,5 büyüklükte artçı şoklardan bahsediyor olması beni son derce şaşırttı. Depremler ve artçı şoklar istatistiksel dağılımlar gösterirler ve 5,9 büyüklükteki bir depremden sonra artçı şokun 5,5 büyüklükte olması mümkündür, ama bu çok küçük bir ihtimaldir. Buraya kadar okuduysanız şu mesajı unutmayın, ana sarsıntıdan sonra gelecek olan artçı Ege Bölgesi için muhtemelen ana sarsıntıdan 1,2 daha  küçük olacaktır. Bu arada, bu sayı beklediğimiz Marmara depremi için 1,3.
Son konumuz Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü üzerine. Lütfen depremden hemen sonra buranın ve üniversitenin web sitesine saldırmayın. Deprem olmuş olabilir, ama hangi web sitesine o kadar insan aynı anda saldırırsa saldırsın, sonunda o web sitesi isteklere cevap veremeyecek hale gelir. Sonra da şikayet etmeye başlamayın bilgi alamıyoruz diye. Bir üniversitenin ve araştırma enstitüsünün internet sistemleri herhangi bir depremde kişiler oradan bilgi alsınlar diye hazırlanmaz. Biraz sabredin yarım saat sonra alırsınız bilgiyi oradan, ya da televizyondan öğrenirsiniz. Ama herkesin gereksiz yere saldırması bilgiye gerçekten ulaşması gereken kişilerin ulaşımlarını engelliyor bunun da bilincinde olun lütfen ve merak etmeyin, depremde size birşey olmadıysa sonrasında da başınıza birşey gelmez.

17 Mart 2011 Perşembe

Nükleer santral gerçekten gerekli mi?


Öncelikle şunu söylemek gerekiyor: Gerekli olan hem üremeyi, hem de tüketmeyi azaltıp sürdürülebilir bir dünyada yaşamaktır. Dünyanın ekosistemi bir yandan artan nüfusla, bir yandan da azalan kaynaklarla yaşamayı kaldırabilmekten her geçen gün uzaklaşıyor. Ancak, bizler her ne kadar özgür irademizle birilerini bizi idare etmek için seçtiğimizi ve bu seçtiğimiz kişilerin de kendi özgür iradeleriyle doğru yolu seçtiğini düşünsek de, dünyayı ne biz, ne de bizlerin seçtiği kişiler yönetiyor. Dünyayı yöneten küresel sermayedir ve küresel sermaye bizlerin hem daha fazla ürememizi, hem de daha fazla tüketmemizi istiyor, çünkü onlar güçlerine ancak bu şekilde güç katıyorlar. Dolayısıyla vermemiz gereken tüm kararlarda bu nesnel gerçekliği göz önüne almalıyız. 

Dünyanın sürdürülebilirlik değil, bir tüketim çılgınlığı içinde devam edeceğini varsaydığımıza göre bu çılgınlığın devam edebilmesi için enerji gerekli, hem de her gün artan bir oranda. Yine sakin kafayla düşünecek olursak, bir yandan hem üremeyi, hem de tüketmeyi sürdürürken, diğer yandan da enerjiyi yeter seviyede tutmak mümkün, bunun birinci adımı da enerji verimliliği, yani ürettiğimiz enerjiyi gereksizce saçmamak. Evlere izolasyon yaptırıldığında emlak vergilerini düşürmek, kilometre başına daha az benzin yakan araçlardan daha az vergi almak, tasarruflu ampulleri bir yandan zorunlu kılıp diğer yandan da bunlardan KDV almamak devlet desteği ile enerji verimliliğini artırmanın yolları. Almanya bunları uyguladığı için enerjiyi bize göre üç kat daha verimli kullanabiliyor. Yukarıdaki önlem önerilerinin tümü kısa vadede devlet gelirlerini azaltacağı için, uzun vadedeki yararları göz ardı edilerek sadece bugünü kurtarmaya bakan devlet yapımızda uygulanamıyor. 

İkinci adım ise vatandaşın enerjiyi kendisinin üretmesine izin vermek. Yani hepimiz evimizin çatısına birer güneş paneli veya rüzgâr trübünü koyarak kullandığımız enerjinin en azından bir kısmını üretebilmeliyiz. Ama bunu da yapamıyoruz, temelde yasak değil, ama devlet bunu yapmayı neredeyse imkânsız hale getiriyor. Bunun ana sebebi de enerji üretim piyasasından sağlanan rant. Eğer vatandaşların çoğu kendi enerjilerini kendileri üretebilecek olsalar ne termik santrallere, ne de nükleer santrale gerek kalır, ama enerji piyasasından elde edilen tatlı gelirler azalacağı için buna kesinlikle göz yumulamaz. 

O zaman içinde bulunduğumuz durum şu: Bir yandan üremeye ve tüketmeye teşvik ediliyoruz, diğer yandan da artan enerji ihtiyacını devletin karşılaması gerekiyor. O zaman devlet ne yapacak?

Devlet o zaman öncelikle kendisine yük olmayacak bir enerji üretim modeli benimseyecek, yani santraller kurmak yerine sermayeye santraller kurduracak, ama onlardan alacağı enerjinin fiyatını yüksek tutarak bu sermayenin daha da zenginleşmesine katkıda bulunacak. Çünkü fiyatını yüksek tuttuğu enerjinin faturasını yine hepimiz ödeyeceğiz ve bu fazla masraf devlet bütçesinde görünmeyecek. 

Ama bugün gelinen noktada doğalgaz her geçen gün azalıp pahalılaşırken doğalgaz santrallerini arttırmamızın da fazla bir anlamı kalmıyor. Bu arada Türkiye'nin enerjisini bize okullarda öğrettikleri gibi barajlardan değil, doğalgaz santrallerinden ürettiğini biliyorsunuz değil mi?  

Türkiye'nin dışa bağlı olmadan enerji üreteceği diğer kaynak termik santraller, yani kömür yakmak. Ülkede hâlâ kömür olduğu için devletimiz açısından dışa bağımlı olmadan enerji üretmenin en kolay yolu termik santraller. Burada iki ana unsur sorun olarak karşımıza çıkıyor, birincisi bu santraller pahalı ve pek kimse yapımına girişmek istemiyor, ancak devlet eliyle yapılabiliyor ve devlet buna para yatırmak istemiyor. İkincisi, her ne kadar Avrupa Birliği kavramını artık önemsememeye başlamış olsak da, eğer bir noktada Avrupa Birliği'ne girmek istiyorsak ya termik santralleri kapatmamız ya da CO2 salımlarını en aza indirecek teknolojiler kullanmamız gerekiyor ki bu da termik santrallerin ve buradan üretilecek olan enerjinin net maliyetini nükleer santrallerin üzerine çıkartıyor. 

O zaman kaldı bize nükleer santraller. Devlet o noktada, doğalgaz santrallerinde olduğu gibi bu işi küresel sermayeye yıkmaya çalışıyor, ancak küresel sermaye nükleer santral yapımı için bizi doyuran bir teklif çıkartmıyor ortaya (çünkü nükleer santraller küresel sermayenin fazla işine gelmiyor, oralarda temel maliyet yapım maliyeti, halbuki küresel sermayenin hem yapımda, hem de sonrasında kazanması gerekli). O zaman devletimiz de ilişkilerimizin iyi olduğu devletlerle anlaşmalar yapma yolunu seçiyor nükleer santral için. Şu anda bulunduğumuz nokta burası. 


Termik santraller nükleerden daha çok ölüme sebep oluyor 



Nükleer santraller gerekli mi? Kesinlikle değil. Kendi enerjimizi kendimiz üretebilsek ve ürettiğimiz enerjiyi daha verimli kullanabilsek ne nükleer, ne de termik santrallere ihtiyacımız olur. Ancak kendi enerjimizi üretmeye izin verilmediğine göre soru termik santral mi, nükleer santral mi halini aldığından cevap doğal olarak nükleer santral olmak zorunda.


Soru aslında “yenilenebilir enerji mi, termik ya da nükleer santral mi” diye sorulsa, ülkemiz büyük yenilenebilir enerji kaynaklarına sahip. Ama devlet enerji politikasında fosil yakıtlarından enerji üreten sistemlere verdiği destekleri yenilenebilir enerjiye vermediği için (bkz. rant, küresel sermaye vs.) nükleer ile termik arasında bir seçim yapmak zorundaymışız havası yaratılıyor.
Hepimizin bilmesi gereken temel bir olgu var. Dünyada en kötümser bakış açısıyla her sene ortalama olarak 100-200 kişi nükleer kazalar sebebiyle hayatını kaybediyor. Yani, nükleer kazalar nedeniyle şimdiye kadar, en son Japonya'dan kaynaklanacak olan ölümleri de hesaba kattığımızda ortaya çıkan tüm tarihteki toplam ölü miktarı, yine dünyada her yıl termik santrallerden dolayı ölen insan sayısının onda biri.  


Küresel sermaye çevreci örgütleri de yönlendiriyor mu? 



Nükleer santraller, bugün yaşadığımız olaylar içerisinde bile yine de termik santrallerden çok daha az zararlılar. Kendinize bir sorun, neden çevreci örgütler nükleer enerjiyi ana düşman olarak görürken atmosfere çok daha fazla zarar veren termik santraller konusunda daha az duyarlılar? Bunun cevabı küresel sermayenin fosil yakıtlarından kazandığı paranın nükleer enerjiden kazandığı paradan kat kat fazla olmasında yatmasın sakın? 

Kısacası, nükleer enerji CO2 ile kıyaslandığında esas düşmanımız değil. Ancak burada temel dikkat etmemiz gereken konu, nükleer enerjinin nasıl elde edileceği. Japonya'da ana sorunu yaratan Fukushima nükleer santrali tam Pasifik Okyanusu'nun kıyısında kurulmuş bir tesis. O bölgenin esen temel rüzgârları da herhangi bir kriz anında çıkabilecek radyoaktif maddeyi okyanusa, yani Japonya'dan uzağa taşıyor.  



Sinop faya 90 kilometre mesafede! 



Ya Sinop'ta yapılması planlanan santral? Emin misiniz Sinop'ta rüzgârın karadan denize estiğine? Fukushima santrali dünyanın en aktif fay hatlarından birine 150 km uzakta, ya Sinop ne kadar uzakta sizce? 90 km olmasın sakın? Yani biz kendimizden ve teknolojimizden o kadar eminiz ki, dünyanın en aktif faylarından birinin bu kadar yakınına, hatta Japonların kurduğundan da yakınına nükleer santral kurmayı düşünüyoruz. Yapılması planlanan bu santral 9 büyüklüğünde bir depreme dayanırmış, evet Fukushima'da dayandı, santralde bir sorun olmadı ki, elektrik kesildiği ve o bölgeye ulaşım olmadığı için santral soğutulamadı ve şu andaki sorunu yaşıyoruz. Biz emin miyiz bizde elektriklerin hiç kesilmeyeceğine? 



Sızdıran reaktör, Türkiye'ye de satmak isteyen Toshiba'nın 



Yani gördüğünüz gibi sorun nükleer santral yapılıp yapılmaması değil, çünkü eğer seçim nükleer ve termik arasındaysa benim oyum hep nükleerden yana, bugün bile. Ama bunun planlamasının doğru yapılması gerekiyor ve ben bu planlamanın doğru yapıldığına pek emin değilim.
Son bir küçük not: Fukushima'daki altı reaktörden sadece bir tanesinde ciddi sızıntı var, 3 numaralı reaktör. Bu reaktörü kim yapmış biliyor musunuz? Tam deprem sırasında nükleer santral yapımı için Enerji Bakanımızla görüşmelerde bulunan Toshiba olmasın? Gerçi daha en büyük problemin Hitachi'nin yaptığı reaktörde mi, diğerlerinde mi olduğu kesinlik kazanmadı, ama belki siz de önümüzdeki günlerde bu konuyu biraz daha okuyup araştırmak istersiniz... 



16 Mart 2011 Çarşamba

Gerçekten nükleer felaket mi?


Japonya 11 Mart günü tarihteki en kötü deprem felaketlerinden birini yaşadı. Her ne kadar daha kurtarma çalışmaları ve depremden kaynaklanan can ve mal kaybının tespiti sürmekteyse de dünyanın ilgisini çeken ana unsur iki nükleer santraldeki sorunlar oldu. 

Öncelikle başlıktaki soruya cevap verelim: Bu henüz bir nükleer felaket değil ancak hızla Çernobil'in ardından dünyadaki en büyük nükleer felaket olmaya doğru yol alıyor. Fakat durum ne olursa olsun, bu olay bir Çernobil vakası olmayacak.  

Nükleer Santrallere Giriş: 

Nükleer enerji atomun parçalanmasıyla oluşur. Parçalanan her ağır atom (uranyum gibi) dışarıya enerji verir ve çevrelerindeki diğer atomların da parçalanmasına yol açar. Eğer parçalanan atomların zincirleme bir reaksiyon halinde çevrelerindeki diğer atomları da parçalamalarına engel olmazsak bu enerji kontrolsüz olarak ortaya çıkar ki buna atom bombası diyoruz. Ancak bu zincirleme reaksiyonu kontrol altında yavaş yavaş gerçekleştirecek olursak ortaya ciddi miktarda ısı çıkar ve bu ısıyı suyu ısıtıp, ısınan suyu da bir türbünü döndürmek vasıtasıyla elektrik enerjisine çevirmek mümkündür. Nükleer santraller bu temelde çalışırlar. Reaktörü de kapatmak istersek parçalanan atomların birbirleri ile etkileşmelerini engellemek için aralarına koruyucu kılıflar koyarız ve tamamını soğuturuz. Ancak bu soğutma çok uzun süre devam etmek zorundadır. 

Bu sebepten nükleer santraller bir kaç katman şeklinde tasarlanırlar. En içte içinde nükleer yakıtı bulunduran çubuklar vardır ve bu ince çubuklar zirkonyum kılıflar içerisinde ısıtacakları suyun içinde bulunurlar. Isıttıkları suyun tamamı yüksek basınca dayanıklı çelik bir koruma kabının içindedir. Ne nükleer yakıt zirkonyum kılıfından çıkıp suyla temas eder, ne de bu su dışarıyla. Ancak gene de ikinci bir emniyet sistemi olarak bu koruma kabı yüksek basınca dayanıklı çelik destekli betondan yapılan özel bir bina içinde korunur ki koruma kabına bir şey olsa bile beton bina sızıntı olmasını engeller. Son olarak da bu bina bir diğer binanın içindedir, bu son bina da normal santral görevlilerinin çalıştığı binadır. 


Çernobil'de ne oldu: 

Nükleer santrallere gelen elektrik kesilecek olursa jeneratörler devreye girene kadar olan kısa sürede nükleer yakıtı soğutmak mümkün olmaz. Eski tip reaktörlerin bu sorununu bilen mühendisler hem santralden ürettikleri enerjiyi geri besleyerek soğutma sistemi çalıştırmak hem de santralin verimini arttırmak için bir deney yaparlarken reaktörden beklediklerinden çok daha yüksek bir verim aldıkları için reaktörü yeterince soğutamadılar ve reaksiyonu durdurma çabaları içerisinde nükleer yakıtla birlikte sistemi koruyan grafit çubuklar da yanmaya başladı. Bu reaktör bir deneme reaktörü olduğu için de yukarıda bahsettiğimiz tüm güvenlik önlemlerinden yoksundu, bu sebeple de yüksek basınç altında reaktörün binası da havaya uçunca nükleer sızıntı atmosferde yaklaşık 10000m yüksekliğe kadar yayıldı. İzlanda'daki son yanardağ patlamasının da bize öğrettiği gibi, 10000m yüksekliğe çıkan tozlar rüzgarlarla çok uzak mesafelere taşınabilir. Çernobil'i felaket haline getiren bu olayların birleşimiydi. 

Japonya'da neler oldu? 

Deprem anında Fukushima Daiichi'deki altı reaktörden sadece üçü çalışır durumdaydı ve diğer üçünün saklama kapları kullanılmış nükleer yakıtı depolayıp soğutmak için kullanılıyordu. Deprem alarmı ile çalışan üç reaktör hemen kapatıldı ve soğutma durumuna geçti. Elektrikler kesik olduğu için jeneratörler devreye girdi ve bu reaktörleri soğutmaya başladı. Ancak sorun burada tsunami ile patlak verdi. Yaklaşık bir saat sonra ulaşan tsunami çalışan jeneratörlerin devre dışı kalmasına neden oldu. Jeneratörler çalışmaz hale gelince mühendisler soğutma pompalarını pillerle beslemeye çalıştılar, piller de yaklaşık sekiz saat sonra tükenince reaktörlerin iç ısıları artmaya başladı. İç koruma kabını korumak için burada biriken basınç dışarıya verildiğinde 1. ve 3. ünitenin en dıştaki binaları havaya uçtu. Bunlar bizim televizyonlarda görmüş olduğumuz görüntülerdi. Burada unutulmaması gereken ana konu, bu patlamaların kaza sebebiyle değil reaktörlerin ana koruma kaplarını korumak için bilerek yapılmış olmalarıdır. Son olarak 2. ünitede de benzer bir patlama meydana geldi. Ancak bu patlama sırasında dışarıya çıkan radyoaktif maddenin miktarı, bu reaktördeki zirkonyum çubukların zarar görüp nükleer yakıtın çevresindeki suyla temas etmekte olduğunu gösteriyor. Soğutmak için yapacak bir şey kalmadığı için de koruma kabı ile koruma binası arasını deniz suyu ile soğutma çabasındalar şu an için. 

Tüm bunlar ne demek? 

Deprem sırasında çalışmakta olan üç reaktörü kapatmayı becerdiler ve bunların bir patlama riski bulunmuyor. Ancak bu reaktörleri tsunaminin sonucu olarak soğutamadıkları için içlerindeki nükleer yakıt yavaşça yanmaya devam ediyor ve her üç reaktörde de büyük ihtimalle bu yakıt kılıflarına da zarar verdi. Bu bize bu reaktörlerin artık kullanılamaz durumda olduklarını söyluyor, hem ana koruma kapları hem de koruma binaları sağlam olduğu müddetçe bir sızıntı olması elbette ki mümkündür, ama Çernobil türü radyoaktif maddenin atmosferin üst tabakalarına yayılarak uzak bölgeleri de etkilemesi söz konusu değildir. Bu bilgilerin tamamı doğal olarak Japon yetkililerin söylediklerine dayanmaktadır. 

Bir diğer sorun: 

Daha kötü olan problem, kullanılmış yakıtın depolanmakta olduğu 4. üniteden kaynaklandı. Bu ünitenin soğutma sistemi de devre dışı kalınca eski yakıt alev aldı ve üç saate yakın bir süre yangın kontrol altına alınamadığından ciddi miktarda radyoaktif madde atmosfere karıştı. Salı akşamı itibariyle Fukushima reaktörlerindeki tehlikeli durum bu noktada, gelecek günlerdeki gelişmeleri de açıklamaya devam edeceğiz.